30 Aralık 2016 Cuma

MALCOLM LOWRY - YANARDAĞIN ALTINDA



ODTÜ Mezunları Derneği Edebiyat Kulübü, 20 Aralık 2016’da Yanardağın Altında romanını tartıştı. 20. Yüzyılın En İyi İngilizce Romanlarına ilişkin Time, Guardian, Modern Library tarafından düzenlenen bütün listelere giren önemli bir roman.


Benim okuyucu adayına ilk başta söyleyeceğim: Eğer okuduğunuz kitapta olaylar, heyecan, birçok ilginç karakterin sizi baş döndürücü bir hızla büyülemesini arıyorsanız, bu roman size göre değil. Yok, gerçek bir edebiyatseverseniz, uzun betimlemelerle küçük bir Meksika kasabasını yaşamak, çok katmanlı bir kitapta bir alkoliğin bilinç akışını izlemek, başka edebi metinlere yapılan birçok göndermenin izini sürmek, başarılı-başarısız olmak veya ölüm üzerinde düşünmek istiyorsanız bu romanı okuyun. Bir daha okuyun. Hatta üçüncü defa okuyun. Ben birçok bölümün altını çizdim. Defalarca okudum ve başucuma koydum.

MALCOLM LOWRY

Malcolm Lowry, varlıklı bir İngiliz tüccarının oğlu olarak 1909’da doğmuş. İyi bir eğitim almasına karşın sevgisiz bir ortamda yetiştiğinden dert yanıyor. On beş yaşında içkiye başlayıp yaşamı boyunca peşini bırakmayacak karabasan içine gömülüyor. Bir yandan da bir yazar olarak kendini yetiştirmek için yoğun bir çaba sürdürüyor. İyi bir yazarın yazacak bir şeyler biriktirmesi gerektiğini düşünerek on yedi yaşında bir kamarot olarak uzak doğu denizlerinde serüven arıyor. Ardından dönüp Cambridge’de eğitimini tamamlıyor. Çeşitli dergilerde şiirler ve öyküler yayınlıyor. Yirmi dört yaşında bir tür sürgün yaşamı başlıyor. İki düzensiz evliliği var. Çeşitli ülkelerdeki akıl-ruh sağlığı hastanelerinde alkolizm tedavisi görüyor.

Uzun çabalardan, birçok taslaktan sonra 1947’de günümüzde bir başyapıt olarak değerlendirin Yanardağın Altında (Under the Volcano) basılıyor ve çok beğeniliyor. Tek kitaplık bir yazar olmaktan korkuyor. Ama Yanardağın Altında romanı o kadar öne çıkıyor ve bu kitabın basımından yalnızca on yıl sonraki ölümü, ne yazık ki bu sonucu doğuruyor. Lowry’nin çok büyük bir çaba göstererek, ömrü boyunca yoğun biçimde yazdığını biliyoruz. Ama düzensiz yaşamı nedeniyle yazdığı birçok yapıtın kaybolduğu, yangında yitirildiği de bir gerçek. Hatta Yanardağın Altında’nın, Dante’nin İlahi Komedisi gibi bir üçlemenin birincisi (cehennem) olarak planlandığı belirtiliyor.

1957’deki ölüm nedenini resmi kayıtlar “kusma sonucunda boğulma” olarak belirtiyor ve “kaza” değil “aşırı risk alma sonunda oluşan kaza” (death by accident değil death by misadventure) diye belirtiyorsa da o gece yine çok sarhoş olduğu, eşine saldırdığı, eşinin evden kaçtığı ve çok miktarda uyku hapı aldığı biliniyor. Yani intihara çok yakın bir kaza!

YANARDAĞIN ALTINDA

Kitap (Malcolm Lowry, Yanardağın Altında, Çeviren Sinan Fişek, Can yayınları, 3. Basım Haziran 2010) 459 sayfa. Baştaki 56 sayfalık Birinci Bölüm dışında ana metin tek bir günü anlatıyor: 2 Kasım 1938.

Bu gün Meksika’da Ölüler Günü (El Dia de los Muertos) veya Ruhların Günü (El Día de los Difuntos) kutlanıyor. Hem de ne gün! Kökleri Aztek kültürüne uzanan bu ilginç “bayramda” ölülerin ruhları yaşayanlarla ilişki kurabiliyor. Bir yandan mezarlık ziyaretleri, mezar süslemeleri, kilise törenleri; diğer yandan kurukafalı-iskeletli-maskeli-tabutlu-bandolu-şarkılı-danslı yürüyüşler yapılıyor. Boğa güreşleri düzenleniyor, çocuklar atlıkarıncalara biniyor. Evet, Meksika yerlilerinin Aztek kültüründen kaynaklandığı belirgin, ama işgalci İspanyolların Katolik kültüründeki Bütün Ruhların Günü (All Souls Day) ile de uyum sağlamış. Bu özel gün roman için çok güzel bir arka plan oluşturmuş. Konsolos sevgili eşine sesleniyor: “Yvonne, geri dön bana… bir günlüğüne bile olsa” (s. 55).

Bence bu gelenek, birçok kültürde yer alan ve insan doğasının çok derinlerinde yatan ilginç bir çatışmayı yüzeye çıkartıyor. Biz de bayram arifesinde veya bayram sabahı kabristana gidip, kaybettiklerimizi anmaz mıyız? Adeta onları unuttuğumuz sanılmasın diye özür dileriz; bayramın ilerleyen saatlerinde eğlenmek, mutlu olmak izin isteriz.

Kitap, Malcolm Lowry’nin yaşamından güçlü alıntılar taşıyan, otobiyografik nitelikte bir roman.  Üç ana kişi var: Lowry’yi yansıtan Konsolos (Geoffrey Firmin), karısı Yvonne (Yvonne Constable) ve Konsolosun üvey kardeşi Hugh (Hugh Firmin).  Roman Lowry’nin yaşamında Meksika’daki günlerini kapsıyor, onun alkol bağımlılığının karabasanını, eşleri ile olan çatışmalarını yansıtıyor.  

Roman bir savaş romanı değil. Ama arka planda hep savaş var. Konsolosun geçmişindeki Samaritan gemisi, Alman diplomatla konuşması, Hugh’un İspanya iç savaşı anıları, İkinci Dünya Savaşına giden yolda sürüklenirken Nazilerin Meksika’da örgütlenmesi… Bu bence savaştan da öte bir şey. İnsanlık ölüyor. Konsolos alkol bunalımlarında çırpınırken insanlık da faşizm batağında ölüyor. Konsolosun Hindistan’da doğup Çin Denizinde Alman denizaltısı kovaladığını, Yvonne’un Hawaii’de doğup ABD üzerinden, Hugh’un İspanya’dan Meksika’ya gelip üçlünün Meksika’nın küçük bir kenti, Quauhnahuauc’da, buluştuğunu düşünürsek, konuştuğumuz bütün Dünyayı kapsayan bir bunalım. Zaten romanın daha ilk sayfasında Quauhnahuauc’ın 19. Enlem üzerinde bulunduğu söylenip bu enlemdeki bir dizi yer sayılarak konunun küreselliği vurgulanıyor.
Roman Cortez’den Maximilian’a uzanan birçok tarihsel çağrışımlara yer veriyor:

(Meksika’nın İspanyollar tarafından “fethedilmesine” gönderme yapılarak) “…önemli olan fethin, fatihlerinki kadar –belki daha da iyi- ve köklü bir topluma karşı gerçekleştirilmiş olması” (s. 336).
 
Hatta bu tarihsel çizgi günümüze kadar uzanıyor: “… önce İspanyol yerliyi sömürdü, çocukları olduktan sonra da melezi sömürdü, sonra tam kan Meksikalı İspanyol’u, criolloyu, sonra mestizo yerli yabancı herkesi sömürdü. Sonra Almanlarla Amerikalılar onu sömürdüler. Şimdi de geldik son bölüme: Herkes herkesi sömürüyor” (s. 335).

Tarihsel ve siyasal çağrışımlar romandaki kişiler ile iç içe:

Maximilian’ın harabeye dönmüş sarayında Maximillian’ın hayaleti karısı Carlotta ile konuşuyor: “…Buraya gelmek bizim alın yazımız Carlotta. Şu uzayıp giden nefis ülkeye bak: tepelerine, vadilerine, inanılmaz güzellikteki yanardağlarına. Bunlar bizim, bir düşün!”. Oysa “sarayda duyduğu ses Maximillian’ın değil Konsolosundu” (s. 25 – 26).

Özellikle Hugh için bir karabasan olan İspanyol iç savaşındaki Ebro Muharebesi romanda çokça anılıp adeta bir simge haline geliyor. Öyle ki rüzgâr bile buna tanık. “Ve Ebro Savaşını kaybediyorlar. Senin yüzünden, dedi rüzgâr” (s. 174). Ebro Muharebesi Cumhuriyetçilerin Faşistlere karşı kaybettiği savaşın dönüm noktası. Acaba bu küçük Meksika kasabasında Konsolosun alkolizmi yenmek ve karısının sevgisini kazanmak için giriştiği mücadele de bir yenilginin dönüm noktası mı?

Romanda, romanın adından başlayan birçok metafor var.  Quauhnahuac iki yanardağın (Popocatepeti ve Ixtaccihuati) eteklerinde kurulmuş. Aztek söylencelerine göre aileleri tarafından evlenmelerine izin verilmeyen iki sevgili. Burada hemen bir türlü tam anlamıyla birbirine kavuşamayan Konsolos ve Yvonne’u aklımıza geliyor.   Yanardağ külleri ile kaplı bu bölgede tarım ürünleri çeşitlenemiyor. Örneğin romanda “kaktüs çiftçileri” anılıyor. Sonuç olarak halk içiyor ve dua ediyor, Quauhnahuac’da on sekiz kilise ve elli yedi bar (cantina) var.
Konsolos ile Yvonne’un evleri Calle Tierra del Fuego (Ateş Ülkesi Sokağı) üzerinde. Tüten bir yanardağın eteğindeki kasaba için çok doğal bir seçim olan bu isim, bir yandan da Konsolosun içinde olduğu cehennemi düşündürüyor. Zaten yangın – ateş – ölüm – cehennem kitap boyunca bizi izleyen bir metafor. Öncelikle Konsolos cehennem içinde yaşayan bir karakter. “Ve bu ülkenin adı cehennem.  Meksika değil tabii, ama insan yüreğinin içinde bir yer” (s. 49). Deniz altıdaki Alman denizaltısındaki subayların kazanda yanması, Konsolosun Yvonne’a yazdığı; ama gönderemediği, mektubun yanması ne kadar güzel anlatılıyor: “… kıvrılmakta olan kâğıt kümesini kül tablasına bırakınca ilgisi dağıldı; güzel ve uyumlu bir biçimde, yanan bir saray gibi kendi üzerine kıvrıldı kâğıtlar, sonra saray çöktü, ince dumanların arasında birkaç kül uçuştu ve tıkırdayan, içinde küçük kırmızı solucanlar gibi kıvılcımların kıvrılıp uçuştukları bir kovana dönüştü, sonra da hafifçe çatırdayan ölü bir posa oldu” (s. 56).

Benzer biçimde atlar (özellikle beyaz atlar), sayılar (özellikle yedi sayısı) birkaç önemli yerde görülüyor. Acaba beyaz at ile ünlü viski markası White Horse’a gönderme mi yapılıyor? (Roman üzerine aynı adla 1984’de çekilen filimde de bu marka birkaç kez görülüyor.)

William Blackstone (bazı kaynaklarda Blaxton diye yazılıyor) da birkaç yerde anılan bir kişi. Avrupa’daki dini baskıdan kaçarak Amerika’ya gelip daha 17. Yüzyılda Boston dolaylarına yerleşen ilk İngiliz Puritan gruptan. Ne var ki Blacstone, Puritan’ların da kendi dinsel görüşlerinde hoşgörüsüz ve baskıcı olduğunu görerek Kızılderililer arasında yaşıyor. Konsolos da barmene “… ben şahsen William Blackstone’un yanına gömülmek isterdim…Kızılderililerin arasında yaşayan adam” (s. 66). Bu göndermede de Konsolosun ülkesini terk edip, emekli olduktan sonra bile, küçük bir Meksika kasabasında barlara sığınmasını (tabii Lowry’nin gezgin yaşamını) görüyoruz.

Lowry’nin çok iyi eğitim almış tam bir edebiyat tutkunu olduğunu biliyoruz. Romandaki karşılığı olan Konsolos da öyle. Romanda adı geçen kişiler, gönderme yapılan edebiyat yapıtları sonsuz bir liste oluşturuyor. Bunları aramak, bulmak da okuyucuya yeni ufuklar açıyor. Birkaç tane örnek vereyim:

Konu cehennem, bir ruhun çektiği azap olunca kuşkusuz akla ilk gelen yapıt Faust oluyor. Faust öyküsü romanın hep arka planında Konsolos ile kader birliği yapıyor (s. 40, 47, 48…). Hem de çok bilinen Goethe yapıtına değil çok daha öncesi Cristopher Marlowe’un (1564 – 1593) Faustus’una göndermelerle.

Konsolosu’u doğru yola yöneltmeye çalışan Dr. Arturo Díaz Vigil’in soyadı Cehenem’de (Inferno) Dante’nin rehberi Virgil’e gönderme.

Shakespeare’in Yeter ki Sonu İyi Bitsin (All’s Well Thats Ends Well) oyununda yitirdiği sevgilinin ardından Bertram “Aşk çok geç gelir” (But love that comes too late) diye ağlar. Konsolos da “geç gelen aşktan” yakınır (s. 50).

Konsolos’un Alman subaylara ilişkin durumu Josph Conrad’ın Lord Jim’inde anlatılan duygular ile paralel (s. 46).

Edebiyat, romanın karakterlerinin, hatta savaşın içindedir: Hugh İspanya anılarını anlatır: “İspanya’da dövüşen bir İngiliz arkadaşım vardı… İki kere ölüm haberi geldi, ama ikisinde de dipdiri çıktı ortaya. Otuz altıda oradaydı. Franco’nun saldırıya geçmesini beklerken üniversite kütüphanesinde tüfeği ile uzanıp daha önceden okumadığı De Quency’yi okuyordu” (s. 119).

Romanın çok güzel betimlemelerle dolu olduğunu belirtmiştim. Tadımlık iki örnek vereyim:

Barda tek başına –daha doğrusu tavuğuyla birlikte- oturup domino oynayan ihtiyar yerli kadın şöyle anlatılıyor: “çelikten yapılmış, sapı hayvan tırnağından bastonu canlı bir yaratık gibi duruyordu masanın kenarında. Giysisinin koynunda, yüreğinin üstünde, ipe bağlı küçük bir tavuk tutuyordu. Tavuk canlı, ani, yanlamasına bakışlarla kafasını kadının koynundan çıkarıp ortalığı süzüyordu. Kadın tavuğu yanı başına, masanın üstüne koydu, tavuk küçük çığlıklar atarak dominoları gagalamaya başladı. Sonra kadın tavuğu yerine koydu gene, giysisini şefkatle yerleştirdi üzerine…” (s. 65).

Hugh daha önce birkaç kez anılarak okuyucunun merakı uyarılmıştı. Hatta okurken “Konsolos – Yvonne – Hugh, işte klasik aşk üçgeni” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ardından Hugh da çok sinematografik bir anlatımla romana giriyor: “Beline kadar açık ve iki kemerin üstünde, güneşin yakmaktan çok kavurduğu göğsünü gösteren düğmelerini iliklemeğe başladı; kemerin altında, sağ kalça kemiğinin üzerine asılı ve sağ bacağına sırımla bağlı kılıfı taşıyan palaskayı okşadı, sırımı okşadı (gizli ama büyük bir kıvanç duyuyordu bu kılıktan), sonra gömleğinin göğüs cebini okşadı; orada bulduğu gevşek, elle sarılmış sigarayı yakarken Yvonne sordu…”  (s. 114).
Bu uzun cümlede Hugh’un ellerinin hareketlerini izlerken yanık tenini, hatta kılığından duyduğu memnuniyeti izliyoruz.

Kısacası çok katmanlı, gerçek bir edebiyat yapıtını yavaş – yavaş sindirerek okumak; başka kaynakları incelemek ve düşünmek istiyorsanız “Yanardağın Altında” tam okunacak roman.

17 Kasım 2016 Perşembe

"İNSAN" NE DEMEK?



Blogumun daha önceki bir bölümünde “Türk Ne Demek?” sorusunun cevabını bulmaya çalışmıştım. Bu sorunun hemen ardından gelen soru kuşkusuz “İnsan Ne Demek?”. Sizi bilmem ama bu konuda okuması bile zor olan Latince terimler bana hep çok karmaşık gelmiştir: Australopitheus bahrelgazali, Parathropus aethiopicus, Homo floresiensis… Ayrıca Hominidea, Hominidae, Homininae, Hominini, Homini, Hominina’nın farklı terimler olması şaka gibi gelir. Üstelik yeni fosiller bulundukça bu terimler giderek artıyor. Örneğin Darwin’in yaşadığı dönemde yalnızca iki insanımsı (homininae) fosili biliniyordu: 1840’larda Almanya Neander vadisinde ve Cebelitarık’ta bulunan iki Homo neanderthalensis kafatası. Günümüzde ise bilim adamları yüzlerce insanımsı fosilini inceliyor. Yalnızca Etyopya’nın Rift vadisinde 20’ye yakın insanımsı fosili bulunmuş. Son 30 yılda 11 tür ve 4 cins soy ağacımıza eklenmiş.  

Ek bir zorluk da bu çok dinamik konunun ayrıntılarında bilim insanlarının arasındaki görüş farklılıklarının henüz giderilememiş olması. Öyle ki 1,8 – 1,9 Milyon yıl öncesine tarihlenmiş bir fosilin Homo cinsine mi Australopithecus cinsine mi ait olduğu bilim insanları tarafından tartışılıyor (F. Kaya, “İnsanın Evriminde Çevresel Faktörlerin Etkisi”, Bilim ve Gelecek, Haziran 2016)

Biyolojik sınıflama sistemindeki terimleri gözden geçirerek başlayalım. Tür (species) organizmaların biyolojik sınıflamasının en alt basamağındadır ve en genel tanımlama ile birbiriyle çiftleşerek -kendileri de üreyebilen- yavrular elde edilebilen bireylerden oluşurlar. Türler, büyük harfle başlayan cins adı ve ardından gelen tür adı ile belirtilir ve İtalik yazılır: Homo sapiens, Tyrannosaurus rex gibi. Tür adları bazı durumlarda fosilin bulunduğu bölgeyi (Almanya Neander vadisi – neantharthalensis, Kenya Tugen tepesi – tugenensis, Almanya Heidelberg – heidelbergensis gibi) bazı durumlarda ise fosilin önemli özelliğini vurguluyor (kalkan - erectus, çalışan – ergaster gibi).

Çoğunlukla insan türü Homo sapiens olarak anılsa da aşağıda değineceğim gibi Arkaik Homo sapiens değil de Modern Homo sapiens özellikle vurgulanmak istendiğinde, Homo sapiens sapiens biçiminde üçlü bir adlandırma ile bir “alt tür” olarak kullanıldığını görüyoruz.

Bulunan en eski bakteri fosillerine bakınca (J. W. Schopf, Cradle of Life, 1999) yeryüzünde canlı yaşamın en az 3,5 Milyar yıl geriye uzandığı söylenebilir. DNA ve genler üzerinde yürütülen çalışmalar yaşayan tüm canlıların tek hücreli bakterilerden kaynaklandığını gösteriyor.

Hayır, konumuz insan ise çok eskilerden başladım. Evrim sürecinde büyük bir atlama yaparak konumuza, insana, biraz yaklaşalım. Homo Sapiense uzanan yol Memeli hayvanlar içinde Primatların oluşmasıyla yaklaşık 85 Milyon yıl önce başlıyor. Yol boyunca Şebek, Orangutan, Goril ve Şempanzeden ayrılan yol 7,5 – 5,6 Milyon Yıl önce Homininaeye (insanımsı) uzanıyor:

İnsanımsıları ayıran temel özellik iki ayak üzerinde yürümeleri. Bilinen en eski insanımsı fosili 6 – 7 Milyon yıl önceye uzanıyor. Bu kapsamda kabaca 4 cins tanımlanmış:

1) Erken insanımsı cinsleri 7 - 4 Milyon yıl önce Sahelanthropus, Orrorin, Arpithedithecus,
2) 4 – 1 Milyon yıl önce Australopichecus cinsi,
3) 2,5 – 1 Milyon yıl önce Paranthropus cinsi,
4) 2,5 – 1,2 Milyon yıl önce Homo rudolfensis ve Homo habilis türleri ile başlayan ve 2,1 Milyon yıl önce Homo ergaster, Homo erectus, Homo antecessor, Homo heidelbergensis, Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ile sürüp Homo sapiens ile günümüze gelen Homo cinsi içendeki türler.

Sahelanthropus tchandensis Çad bölgesinde yaklaşık 7 Milyon yıl öncesinde yaşayan ve iki ayak üzerinde yürüyen (bipetal) ilk bilinen atamız. Ardipithecus ramidus (4,4 Milyon yıl önce) ise hepçil (hem et hem ot ile beslenen) olması ile dikkatimizi çekiyor. 

Australopithecus cinsinin fosillerini sevimli isimlerinden tanıyoruz. Mrs. Ples (2,5 Milyon yıl önce), Dear Boy, Little Foot, Lucy (3,2 Milyon yıl önce). Bu fosil türlerinin bilimsel isimleri ise Australopithecus robustus, Australopithecus boisei, Australopithecus aethiopicus, Australopithecus aferencis.

Paranthopus cinsi daha yapılı ve otçul bir insanımsıdır. Bilim insanlarının değerlendirmelerine göre Paranthopus ve Homo cinsleri farklı iki strateji uygulayarak çevreye uyum sağlamaya çalıştı. Paranthopus otçul bir beslenmeyi ve hatta bitkisel besinlerde de oldukça seçmeci bir yaklaşımla adeta bu alanda “uzmanlaşmaya ve yetkinleşmeye” yöneldi. Homo cinsi ise hepçil bir beslenme yaklaşımıyla ve farklı coğrafyalara göçle yaşamını sürdürdü. 

Burada dikkatimizi çeken bir nokta çeşitli insanımsı cins ve türlerinin aynı zamanda (özellikle yaklaşık 1,8 -1,9 Milyon yıl önce) yaşıyor olması.  Homo cinsinin Afrika dışına ilk göçü de bu dönemde gerçekleşiyor. (Afrika dışına göç, birkaç kez yaşandı, bu tanımlanan ilk göç.) Beyin büyüklüğü konusuna aşağıda değineceğim. Ama beyin büyümesi ve giderek daha çok enerji harcaması hepçil olma, giderek daha çok hayvansal protein tüketme ve göçle ilişkili. 5 Milyon yıl boyunca Afrika’da yaşayan, burada kuraklık ve sulak dönemlerde yaşamlarını sürdüren, ağaçların azalıp otluk alanların artması ile ağaçlardan inip iki ayakları üzerinde yürüyen insanımsı türleri son 2 Milyon yılda dalgalar halinde göçmeye başlamış. Bu atalarımızın uzak mesafeleri iki ayak üzerinde yürüyerek yerküreye yayılmaları çok etkileyici.

BEYİN BÜYÜKLÜĞÜ

Homo cinsinin geleneksel olarak kabul edilen belirleyici özelliği alet kullanması. 2,5 milyon yıl önceye tarihlenen alet örnekleri bulunsa da bu aletleri kullanan Homo cinsi fosil buluntuları 1,8 – 1,9 Milyon yıl önceye uzanıyor. Bizim açımızdan ilginç olan bir konu bulunan fosillerin beyinlerinin boyutları. Çünkü Australopithecus cinsini, ardından gelen Homo cinsinden ayıran önemli morfolojik özelliği beyin boyutlarındaki fark.

Bu “beyin boyutu” kavramı biraz yakından incelemeye değer. Öncelikle büyük hayvanların beyinleri de kuşkusuz büyük. Bir farenin beyninin boyutunu filinki ile karşılaştırırken beyin hacmini (veya kütlesini), toplam kütleye oranlamayı düşünebiliriz. İkinci nokta olarak beynin birçok işlevi olduğunu biliyoruz. Yapıları çok farklı olan hayvanların beyin işlev ve görevlerinin, dolayısıyla hacimlerinin de çok farklı olacağını göz önüne almalıyız. Örneğin insanın beyin/toplam kütle oranı 1/50 iken küçük bir karıncanın beyin/toplam kütle oranı 1/7 dir. En doğru yöntem memeliler sınıfı (mamalia class) için bir indeks bulmak ve bir aile (bizim ilgi alanımızda hominidae ailesi) üyelerinin beyninin boyutunun zaman içinde değişimini bu indeksle karşılaştırmak olacaktır:

Yukarıdaki grafikte, düşey ekseni memeliler sınıfının beyin hacimlerinin logaritması, yatay ekseni kütlelerinin logaritması olan doğrunun eğimi (3/4), anılan indeks olarak kullanılmıştır.

Burada Homo sapiens sapiensin beyin büyüklüğünün memeli indeksinin 6 katı olduğunu görüyoruz.
Homo habilis Afrika’da bulunan en iyi bilinen kafatası fosili, KNM-ER 1470 olarak tanınıyor, 1,9 Milyon yıl önceye tarihlenmiş.  Beyin hacmi 750 cc. Bu sınırı geçiyor ve Homo oluyor.

Homo ergast (ergaster veya erectus) (çalışan adam - ayağa kalkan adam) Afrika’dan Ortadoğu ve Uzak Doğuya uzanan geniş bir coğrafyada 1,8 Milyon yıl önceden 250 Bin yıl önceye uzanan tarih aralığına yayılıyorlar. Java adamı, Pekin adamı gibi ünlü fosiller bu kapsamda. Beyinleri 900-1100 cc dolayında. İki ayak üzerinde yürüdüklerini, taş aletler yaptıklarını ve ateşi kullandıklarını biliyoruz. (İnsanın bilinçli olarak yaktığı ateşi doğal bir yangından nasıl ayırt ettiklerini hep merak ederdim. Yaban hayvanlarından korunmak için yakılan, çevresinde toplanılan, özellikle et pişirdikleri ateşin çevresinde yiyecek kalıntılarının bulunduğunu düşünürdüm.  Yangın ve bilinçli olarak yakılan ateşin toprakta farklı manyetik alanlar oluşturduğunu ve izlerinin Milyonlarca yıl kalabildiğini öğrendim.)
Arkaik Homo sapiens yaklaşık 900 Bin Yıl önce görülmeye başlıyor. Heidelberg adamı, Rodezya adamı, Çin’de Dali adamı gibi ünlü fosiller bu kapsamda. Beyin hacimleri 1200- 1300 cc. 160 Bin Yıl önce Etyopya, Herto buluntusu Modern Homo sapiense geçiş noktası olarak tanımlanıyor. Uzun süre Arkaik Homo sapiens ve Modern Homo sapiens aynı anda yaşıyor. Örneğin 100 Bin yıl önceye tarihlenen Arkaik ve Modern fosiller var.

Neanderthal de Arkaik Homo sapiensden 100 Bin - 200 Bin yıl önce türemiş. Son Buzul çağı 130 Bin yıl önce başlıyor ve Neanderthal Avrupa’nın bu soğuk dönemi boyunca özelikle hayvan kürkleri giyerek yaşamını sürdürebiliyor. Ayrıca ölülerini gömdüklerini de biliyoruz. Homo sapiens ile çiftleşip çiftleşmediği, üretken yavrularının olup olmadığı çok tartışılan bir konu. (Tür tanımını hatırlarsak çok da önemli bir konu!). Ama bildiğimiz başka bir şey 28 Bin yıl önce bu alt-türün yok olduğu.

Homo sapiens sapiens’te (Modern Homo sapiens) beyin hacmi 1400 cc boyutuna çıkıyor. Bu arada Arkaik Homo sapiens ve Homo Neanderthalde görülen geniş ve çıkıntılı kaş yapısı yok oluyor. 

Beynin büyümesi, el becerisinin gelişmesi, alet kullanımı, konuşma, düşünme vb. özelliklerin Homo sapiens sapiens için çok ilginç üstünlükler sağladığı kesin. Ama başka hayvanların daha kuvvetli veya hızlı oldukları –ve doğal bir denge içinde yaşadıkları- da gerçek. 

NEDEN BİZE BENZER BAŞKA TÜRLER VEYA ALT-TÜRLER YOK?

Richard Dawkins Homo Sapiens gelişiminde iki büyük dönüm noktası görüyor:

  • Yaklaşık 40 000 yıl önce alet yapımında, dil gelişiminde devrimsel değişimler, mağara duvarlarına resim yapılması gibi kültürel alanlarda büyük sıçrama (terim Jared Diamond’un, The Rise and Fall of the Third Chimpanzee, 1991);
  • Yaklaşık 10 000 yıl önce, son buz çağının bitimindeki tarım devrimi.

Yukarıda yaklaşık 1,8 – 1,9 Milyon yıl önce birkaç insanımsı cins ve türünün aynı dönemde yaşadığını belirtmiştim. Bunların arasından yalnızca Homo cinsinin yaşamını sürdürmesi çevresel koşullara uyumla açıklanabiliyor. Benzer biçimde yaklaşık 100 Bin yıl önce Homo sapiens sapiens, Arkaik Homo sapiens ve Homo neandarthelensis uzun süre birlikte yaşıyor. Ama Homo sapiens sapiensin egemenliği için böyle bir “çevresel koşul” açıklaması zor.

Çeşitli ilginç yorumlara yol açan Homo sapiens sapiensin yarışın tek galibi olması -veya başka bir anlatımla uzun süre birlikte yaşadıktan sonra diğer alt-türlerin yok olması. Öyle ya günlük hayatımızda gördüğümüz gibi birçok köpek alt-türü veya kedi alt-türü yaşıyorken bize paralel başka türler ve alt-türler yok. Bu durum çevresel koşullara uyum değil daha çok Homo sapiens sapiensin kültürel nitelikleriyle açıklanıyor. 

Hatta soruyu biraz daha genişletip sorabiliriz: İnsanoğlu kendi cinsinin diğer türleri ötesinde doğadaki egemenliğini nasıl sağladı? En kestirme cevap Homo sapiens sapiensin çok acımasız ve bencil olduğu. Yaşadığımız dünyaya bakınca bu görüşe hak vermemek olanaksız. Ama ahlaki değerlendirmeler bir yana Homo sapiens sapiens bu olanağa nasıl kavuştu?

Bu konuda birçok öneri ve yorum olmasına karşın bana çok ilginç gelen bir yorum Yuval Harari’nin yorumu. (Yuval Noah Harari, Sapiens: A Brief History of Humankind, 2014.) Harari, yaklaşık 70 Bin yıl önce Homo sapiens sapienslerin hem kalabalık hem de esnek topluluklar oluşturmaya başladığını vurguluyor ve bu noktaların önemine dikkat çekiyor. Arılar, karıncalar gibi birçok hayvan büyük topluluklar halinde ve çok katı bir düzen içinde yaşıyor. Kurtlar, yunus balıkları, şempanzeler gibi hayvanlar ise daha esnek sosyal bir düzende işbirliği yapıyor; ama onlar da daha küçük sürüler halinde yaşıyor. 

Homo sapiens sapiensin konuşmasının gelişimi ile iki birey konuşurken üçüncü birey hakkında bilgi aktarabiliyor. Üçüncü bireyin “iyi bir balık avcısı olduğu” gibi olumlu veya “avda korkup kaçtığı” gibi olumsuz özelliklerin, üçüncüyü hiç tanımayan ikinci birey tarafından öğrenilmesi, işbirliği yapan insan topluluğunun büyümesine ve iş bölümünün gelişmesine yol açıyor. (Hariri buna “dedikodu” demekten çekinmiyor.) Haberleşme gerektiğinde düşmanı kuşatmak,  tuzağa sürmek, korkutmak veya ondan kaçmak, saklanmak gibi esnek davranışlar gelişiyor.

Bu örneklerdeki avcılık ve korkaklık gibi özelliklerin doğru olduğu kabul edildi. Kuşkusuz aktarılan bilginin somut gerçeklere dayanmaması, örneğin “dağın arkasında bir devin yaşadığı”,  ovadaki büyük ağacın gizemli güçleri olduğu” veya “bereket tanrısının kurban beklediği” gibi söylencelerin aktarılması da düşünülebilir. Bu çizginin çok daha büyük toplulukları örgütleyebildiğini, yönetici, rahip köle gibi sınıfları oluşturduğunu gözlüyoruz. Diğer hayvanlardan farklı olarak insanlar normlar, değerler, gerçek üstü kurmacalar, gerçek dışı öykülere inanırlar. Dini inançlar, mitler, efsaneler, ülke sınırları, etnik-dini kimlikler, itibari değeri olan para, hisse senetleri… yaratırlar. Bunlardan destek alan devletler, kurumlar, şirketler… biçiminde örgütlenebilirler.

Sanırım bu kez de fazla yakına geldik. Yine Homo sapiens sapiensimize dönelim.

TÜRÜMÜZÜN EN YAKIN ORTAK ANNESİ İLE EN YAKIN ORTAK BABASI BİRBİRİNİ GÖRDÜ MÜ?

“Ortak anne” ve “ortak baba” dediğim zaman hepimizin aklına hemen Âdem ve Havva geliyor. Binlerce yıllık bir geçmişe uzanan ve çeşitli biçimlerle dini kitaplarda yer alan Âdem – Havva efsanesini –belki de efsanelerini demek daha doğru- çok severim ve insanoğlunun yaratıcı düş gücünü gösterdiğine inanırım. Hatta efsanenin farklı kutsal kitaplardaki anlatım farklılıkları bu Dinlerin anlayışları konusunda çok ilginç ipuçları veriyor. 

Diğer yandan “en yakın” diye vurguluyor ve bu yazıda konuya biyoloji - antropoloji -hatta matematik- bilgilerimiz ile göz atmaya çalışıyorum. (Terim bilimsel yazında en yakın ortak ata – most recent common ancestor – MRCA olarak geçiyor).

“Türk Ne Demek?” başlıklı yazımda baba soyuna (Y-DNA’lara) ve anne soyuna (mitokondrial DNA’ya) değinmiştim. Şimdi de çok basit bir örnek olarak ben ve amcamın oğlunu gösteren soy ağacını ele alalım. Baba çizgisini izleyerek en yakın ortak atamızı bulmak istersek çok yakında dedemizi bulacağız. Anne çizgisini izleyerek en yakın ortak atamızı bulmak için ise –soy ağacımız piramit biçiminde yükseldiğine göre- çok daha yukarılara yüzlerce, belki de binlerce yıl öncesine çıkmamız gerekecek.

Şimdi de benzer bir uygulamayı tüm Homo sapiensler için yaptığımızı düşünelim ve türümüzün en yakın ortak babasını ve en yakın ortak annesini düşünelim. Türümüzün en yakın ortak annesini ve en yakın ortak babasını çok farklı zamanlarda ve yerlerde bulacağız.



Hatta en yakın ortak annemizin en yakın ortak babamızdan çok daha önce bulunabileceğini söyleyebiliriz. Bildiğimiz gibi türümüzün erkekleri kadından çok daha fazla sayıda çocuk sahibi olabiliyor. Bu durumda kadının erkekle aynı genişlikte bir aile sahibi olması için çok daha fazla kuşak gerekli. Bunun sonucu olarak bilim insanları en yakın ortak annemizin yaklaşık 140 Bin yıl önce, en yakın ortak babamızın yaklaşık 60 bin yıl önce yaşadıklarını, kuşkusuz birbirini hiç tanımadıklarını, büyük bir olasılıkla birbirinden çok uzak coğrafyalarda yaşadıklarını tahmin ediyor (R. Dawkins, The Ancestor’s Tale, 2004). 

YAŞAYAN İNSANLARIN EN YAKIN ORTAK ATASI

Milyonlarca yıl öncesinde primatlara uzanan bir geçmiş sizi ürküttüyse günümüze yaklaşalım. Toplumlarda en yakın ortak ata bulma konusunda biraz da matematik ve matematiksel modelleme kullanarak oldukça ilginç sonuçlara varabiliyoruz. Toplumda günümüzde yaşayan tüm bireylerin soy ağaçlarını baba (Y-DNA) veya anne (mitokondrial-DNA) çizgisini izleyerek geçmişe doğru tarayalım. En yakın ortak atamız (most recent common ancestor) kaç yıl önce yaşamış olabilir? (Yukarıda türümüzün en yakın baba ve annesini bulmaya çalışıyorduk. Şimdi günümüzde yaşayan insanları ele aldığımızı bir daha vurgulayayım).

Soru üzerine düşünmeye basit bir örnekle başlayalım ve matematiksel bir sınır bulmaya çalışalım. Küçük bir topluluğun nüfusunun hiç değişmediğini, herkesin iki çocuğu olduğunu, dışarıdan hiç göç almadığını ve hiç göç vermediğini düşünelim. Şematik bir örnek olarak nüfusu 8 kişi olan bir topluluğu ele alalım:

Nüfus kuşaklar boyu değişmediğine göre her kuşakta 4 erkek (mavi kutu) ve 4 kadın (pembe kutu) ve her çiftin 2 çocuğu olsun. D kuşağındaki cinsiyetleri bu örnek için önemli olmayan 8 kişinin babaları C kuşağında kırmızı çerçeveli C1, C2, C3 ve C4’dir. Bu erkeklerin babaları da B kuşağındaki B1 ve B2’dir. B1 ve B2’nin babası ise A1’dir. Demek ki D kuşağındaki 8 kişinin en son ortak babası A1’dir.
Bu basit örnekle toplum nüfusunu n, kuşak sayısını k olarak tanımlarsak bunlar arasındaki matematiksel ilişkiyi n=2k olarak belirleyebiliyoruz. (Örneğimizde 8 kişinin ortak babasını bulmak için 3 kuşak önceye gitmeliyiz. 23=8).

Nüfusun sabit kalması, bir toplumun diğer toplumlardan yalıtılması gibi kavramlar günümüzde bize çok aykırı geliyor. Oysa sanayi devrimi öncesinde kaynakların sınırlılığı ve çeşitli toplumsal nedenlerle kitlesel göçün zorlukları sonucunda birçok ülkede nüfusun oldukça sabit olduğunu; daha doğrusu nüfusun “Malthus tuzağı” olarak bilinen küçük salınımlarla değiştiğini biliyoruz.
Çok ilginç bir tarihsel örnek olarak Tasmanya’yı ele alabiliriz. Tasmanya ile Avustralya arasındaki kara bağlantısının yaklaşık 13 000 yıl önce kopması ile Tasmanya’da yaşayan Aborijinlerin Avusturalya’dan ayrıldığı biliniyor. 

1700’lerde adaya Avrupalı denizcilerinin gelmesine kadar büyük kıta ile arasında 240 km olan Tasmanya Aborijinleri binlerce yıl tümüyle yalıtılmış bir biçimde yaşıyordu. Avrupalılar geldiğinde ada nüfusunun yaklaşık 5000 kişi olduğu tahmin ediliyor. Yukarıdaki formülü uygularsak (212=4096), yaklaşık 12 kuşak buluruz. Yüzyılda 4 kuşak olduğunu varsınca da 300 yıla ulaşırız. Demek ki Tasmanya’da 1800’de yaşayan yerlilerin en yakın ortak atasının 1500’de yaşadığını varsayabiliriz. Bu basit modelde okuyucuyu uyarmak istediğim önemli bir nokta var: 1500’de yaşayan bir en yakın ortak ata olabileceğini biliyoruz. Ama bu atanın dışındaki 5000 kişilik nüfusun diğer tüm bireylerinin soyunun çeşitli nedenlerle (Y-DNA izlediğimizi kabul edersek kız çocuklar, çocuksuz erken ölümler vb.) günümüze ulaşmadığını da üzüntüyle belirtmeliyim.  Kuşkusuz topluluğun bu şanslı bireyinin kim olduğunu da bilmiyoruz. 

Burada küçük bir parantez açarak Tasmanya’nın Avrupalılar tarafından “keşif ve fethinin” yerliler için nasıl bir felaket olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. 1800’lerin başında başlayan, 1830’lada “Kara Savaş” olarak tarihe geçen baskı, kıyım ve zoraki göç ile Tasmanya Aborijinlerinin soyu tümüyle tüketildi. Bu kıyım o kadar kesin belgeleniyor ki 1876’da ölen son Tasmanya Aborijininin adı bile biliniyor: Truganini.

Tasmanya örneği antropologların çok çalıştığı özel bir örnek.  Eşlerin seçiminin rasgele olduğu veya eş seçiminde coğrafi yakınlık avantajının göz önüne alındığı matematiksel modeller geliştirilmiş. Bu karmaşık modellerin sonuçlar –en azından benim bu basit yazım için- yukarıdaki basit formülümüze yakın sonuçlar veriyor.

Nüfus hareketleri, göçler, savaşlar, işgaller gibi olaylar daha karmaşık matematiksel modelleri kullanmamızı gerekli kılıyor. R. Dawkins yukarıdaki basit formülü kullanarak Britanya için bir hesap yaparken “modelin varsayımlarının doğru olmadığını” vurguluyor. Ama Britanya’da günümüzde yaşayan 60 Milyon kişinin, Viking saldırılarına karşı savaşlarıyla ün kazanan Kral Büyük Alfred’in  (849 – 899) torunu olabileceği şakasını yapmaktan da geri kalmıyor! (R. Dawkins, The Ancestor’s Tale, 2004, s.44)

Kuşkusuz bu tür çözümlemeler Türkiye gibi göç yolları üzerinde olan, binlerce yıl sayısız savaş, kıtlık, işgal, sürgün yaşamış bir bölgede, çok dinamik bir demografik yapıya sahip bir ülke için geçerli değil. Bu nedenle ben de benzer bir hesaplama yapmıyorum. Düşünür müsünüz, hiç de sevmediğim birileri ile birkaç yüzyıl öncesinde ortak bir ataya sahip olduğum sonucuna varabilirim!