27 Aralık 2012 Perşembe

TOLERANS - HOŞGÖRÜ


Sözcükler birer simge. Beynimizde oluşan kavramların, imgelerin dildeki simgeleri. Birçok çağrışıma yol açıyor. Her birimizin farklı birikimi, eğitimi, eğilimleri olunca beyinlerimizde farklı kavramlar oluşuyor. Aynı sözcük farklı bireylerde farklı çağrışımlara yol açıyor ve sonuçta o sözcüğe yüklediğimiz anlamlar da farklı olabiliyor. Bazı çok bilinen somut kavramların simgeleri üzerinde anlaşmak kolay. Her halde “elma” diyince birçoğumuz aynı şeyi anlıyoruz. Oysa “erdem”, “vicdan”, “adalet” … için aynı şeyi söylemek zor.
DÜŞÜNSEL AÇIDAN TOLERANS
  • ·       Klasik bir uygulama toleransın sınırını karşıdakinin toleransı ile belirlemektir. “Toleranslı olmayana tolerans yok” diye belirleyeceğimiz bu ilke de yanlış uygulamalara yol açabilir. Taraflardan biri karşı taraftan belirli konularda boyun eğmesini isteyebilir. Karşı taraf bunu kabul etmeyince de toleranssızlıkla suçlayabilir.
  • ·       Sınırların ahlak anlayışıyla çizildiği durumlarda toleranslı davranmak ahlaksızlık olarak nitelenebilir. Oysa ahlak anlayışının farklı toplumlarda ve zamanlarda farklı olması, bu konuda hep dikkatli olmamızı gerektirir.
  • ·       Tolerans klasik metinlerde “permissio negativa mali”, gerçekte yanlış ama tolerans gösterilemeyecek kadar zararlı olmayana karşı gösterilir. Burada “zararlı” kavramı geliyor. Bu kavram her zaman “haklı” bir çizgi çekmemizi garanti etmezse de hiç olmazsa tarafların önemli bir çıkar çatışması içinde olmadığı durumlarda işe yarayabilir.
  • ·       Birçok zaman güçlü-çoğunluk olan, kendisi için bir tehlike oluşturmadığı sürece güçsüz-azınlık olana tolerans gösterir. Toleransın sınırını da kendisine yönelen tehdidin büyüklüğü ile belirler (Aşağıda değinilecek olan Nantes Bildirisi, 1598 gibi). Birçok durumda tolerans gösterilen güçsüz-azınlık bir cins “aşağı” durumundadır, hatta bunu kabul eder. İşte Goethe “tolerans yalnızca geçici bir durum olmalı, ‘tanımaya’ yönelmeli. Tolerans göstermek aşağılamaktır.” derken bunu söyler[2].  
  • ·       Bazı durumlarda tolerans pek de eşitsiz iki parti arasında değildir. Karşılıklı bir denge söz konusudur. Her iki taraf da diğer tarafa tolerans göstermenin kendileri için daha az yıpratıcı olacağını düşünür ( yine aşağıda değinilecek olan Ausburg Barış anlaşması,1599 gibi). Taraflar bir tür “modus vivendi”[3]de anlaşırlar. Bu durum olumlu gibi görülüyorsa da kararlı ve sürekli değildir. Taraflardan biri zamanla güçlenince denge bozulur ve güçlü olan taraf, karşıya tolerans göstermek zorunda kalmaz.
  • ·       Tarafların sahip oldukları güç bir yana birbirlerine duydukları saygı da toleransın kaynağı olabilir. Bu durumda tümüyle ayrı alanlara yönelim söz konusu olabilir. Örneğin laik anlayışta kamusal alanın dinsel görüş, söylem ve simgelerden arındırılması. Buna karşılık din-mezhep-inanç konularının kişinin özel yaşamında yer alması ve kamunun da buna karışmaması toleransın bu uygulamasına örnek verilebilir[4].
AVRUPA’DA TARİHSEL GELİŞİM
İSLAMDA TOLERANS
  • ·       İslam’ın altın çağı olarak bilinen 8-12. Yüzyılda Batı Asya,
  • ·       12-14 Yüzyıl Endülüs Emevileri ve
  • ·       Biz Türkler için özel bir önemi olan 12-14. Yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya uzanan çizginin



Belki birçok kişi için “tolerans” ve “hoşgörü” sözcükleri eş anlamlı. Ama bende farklı çağrışımlara yol açıyor. Her şeyden önce ben mühendisim. “Tolerans” derken ilk aklıma gelen iki parçanın birlikte çalışabilmesi için her birinde “izin verilen sapma” gibi bir kavram geliyor aklıma. İki dişlinin birlikte çalışması veya elektronik bir birimin çıkışına bağlanacak diğer birimin “kabul edebileceği” sapma kavramı geliyor aklıma. Oldukça mekanik olan bu anlamda bile düşünsel bir boyut var. Öncelikle birden çok birimin bir sistem içinde birlikte çalışması “isteniyorsa” bu kavram gündeme geliyor. Böyle bir gereksinim yoksa “tolerans” da anlamsız ve tanımsız. Bu kavramı bireysel veya toplumsal ilişkilere yansıtırsak daha anlamlı olacak. Etnik, dinsel, cinsel… olarak ayrı bireyler veya toplumsal kesimler oluşturduğumuz kuşkusuz. Ama eğer uyum içinde birlikte yaşamak “istiyorsak” her birimizin inancında, söyleminde, yaşamında… bu anlamda bir “tolerans” olmalı. “Benim değerlerim doğrudur, ben değerlerimden taviz vermem” gibi baskıcı yaklaşımlar bu anlamda özellikle demokratik bir toplumda kabul edilemez. Yine mekanik benzetmemize dönersek dişlilerimizi birbiri ile çalışmayacak kadar geniş toleransla üretirsek sitemin kilitleneceğini biliyoruz. Burada toleransta “sınır” kavramına “sistemin amacına uygun çalışmasına” geliyoruz.  Toplumsal ve bireysel ilişkilerde bu amacın “çok” kolay belirlenemediğini itiraf etmek zorundayım. Ama yine de yukarıdaki benzetme birçok zaman bana yol gösterebiliyor. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti için “çağdaş uygarlık”, “bilimsellik”, “bölgeler, bireyler veya sınıflar-kesimler arası dengesizliklerin azaltılması”, “hukukun üstünlüğü”… gibi amaçlar belirleyince “izin verilebilir sapma” belirginleşiyor.

“Tolerans”ın mekanik çağrışımları bile beni insan ve toplum boyutlarına yönlendirebiliyor. “Hoşgörü” ise bende çok daha ilginç çağrışımlara yol açıyor. Bir kere “hoşgörü” güzel Türkçemizin “gönül”,”ak-kara” gibi kendine özgü ve çok anlamlı bir sözcüğü[1]. Ayrıca Tolerans kavramında bir “normdan kabul edilebilir sapma”, “hata” var. Örneğin Stanford Encyclopedia of Philosophy toleransı “…  genellikle yanlış olduğuna inanılan ama ‘katlanılabilir’ kabul edilip karışılmaması, yasaklanmaması veya sınırlanmaması gereken inançlar, eylemler ve uygulamaların koşullu kabulü” olarak görüyor.

Oysa “hoşgörü”de bu sapmaya “hata” değil “hoş” diyoruz. Bu bakış açısı hiç bir mekanik çağrışım yapmıyor. Her halde bir dişli iç çapının “hoşgörüsünün +/- 0,2mm olması” düşünülemez. Hoşgörü insan ve toplum ilişkilerine uygun ve bize özgü bir sözcük.

Dileriz ki ülkemiz amacından sapmayan insanların mutlu yaşadıkları bağnazlık ve baskının yerleşemediği bir hoşgörü ülkesi olsun.
Konunun biraz daha düşünsel boyutlarını girersek tolerans tanımında bazı temel kavramlar olduğunu ve bu kavramların bazı paradokslara yol açtığını söyleyebiliriz:

Önce tolerans gösterilmesi söz konusu olan konuya bakalım. Bu temelde karşı çıkılan, itiraz edilen bir konudur. Bizim gibi düşünen birine “itiraz” etmeyiz, tolerans da göstermeyiz. Olsa olsa aynı görüşü “paylaştığımız”, bu konuda ona “katıldığımız” söylenebilir. Ancak bizim gibi düşünmeyen birine tolerans göstermemiz söz konusudur.  Demek ki irdelememiz  gereken ilk kavram “itiraz edilen konu ölçütüdür” (objection criteria).

Bu ölçütün yanlış tanımlanması bizi “toleranslı ırkçının paradoksu” örneğindeki paradoksa götürür. Bazı ırkların “aşağı ırk” olduğunu düşünen bir ırkçıyı ele alalım. Bu kişi başka ırktan birine tolerans göstermekle erdemli bir davranışta mı bulunur? Hatta ne kadar samimi bir ırkçı ise toleransı ile o kadar erdemli olduğunu mu kanıtlar? Kuşkusuz hayır! Burada “itiraz” ettiği konu temelden yanlıştır. Demek ki önce “itiraz” elden konunun –daha üst düzey bir- değerlendirme ile doğrulanması gerekiyor.

İkinci zorluk toleransın sınırlarının belirlenmesinde karşımıza çıkıyor ve yine bir dizi paradoksa yol açabiliyor.

Sonuç olarak toleransın kendi başına bir erdem olarak pek de anlamlı bir kavram olmadığını söyleyebiliriz. Gerek içeriği gerekse sınırlarının başka normlar, üst değerler tarafından belirlenmesi gerekir.
Tolerans kökünden sözcüklere oldukça eski çağlarda rastlanabiliyor. Ancak bu sözcüğe birçok zaman “sabır” anlamı yükleniyor. Örneğin Cicero M.Ö. 1. yüzyılda “tolerantia” sözcüğünü “kötülüklere katlanabilme erdemi” olarak kullanıyor.

Hıristiyanlıkta tolerans deyince hepimizin aklına “Sağ yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı çevirin” (Matta İncili 5:39) veya “… düşmanlarınızı sevin” (Luka 6:28) gibi ifadeler gelir. Diğer yandan Kutsal Kitabın Eski Anlaşma (Old Testament) bölümünde Tanrının kendi yolundan çıkanlara bakıp “İnsanı yarattığına pişman olduğu… yeryüzünden silip atacığı” (Yaratılış 6:5-9); Başka tanrılara tapınmayı önerenleri “… kesinlikle öldüreceksin… taşlayarak öldüreceksin”  (Yasanın Tekrarı 13:9-10) diye emir verdiği;  kendine yönelmeyen herkesin “büyük küçük kadın erkek… öldürüleceği” (Tarihler 2 15: 13) belirtilir.  Kutsal Kitabın Yeni Anlaşma (New Testament) bölümü daha yumuşaktır. Ama orada da engizisyonun[5] uygulamalarına temel olan ifadeler yar alır. Örneğin “… düşmanlarımı gözümün önünde kılıçtan geçirin” (Lukka 19:27); “İman edip vaftiz olan kurtulacak, iman etmeyen ise hüküm giyecek” (Markus 16:16); “İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılır” (Matta 20.19).

St. Augustine 4. Yüzyılda Hıristiyanlıkta tolerans kavramını kuramsal bir temele oturtmaya çalışanlardan biri olarak anılır. “Credere non potest nisi volens-isteksizce güce inanılmazilkesini bu alanda belirgin ilke olarak öne sürdü. Ancak içten gelen inanç Tanrı katında makbuldü ve baskı ile inanç zorlanamazdı. Ne yazık ki aynı St. Augustin Hıristiyanlık içinde Donatizm[6] adı verilen bir mezhep gelişince bu toleranslı görüşlerini bir yana bırakır ve söz konusu olan “ruhu kurtarmak olunca uygun güç ve doğru eğitimin insanları sarsıp gözünü açarak içlerindeki doğru yolu bulmalarını sağlayacağını” söylemeye başlar. Benzer biçimde St. Thomas Aquinas da 13. Yüzyılda Hıristiyanlıkta toleransın sınırlarını özellikle “inkârcılığın-sapkınlığın” herhangi biçimine karşı olacak biçimde çizer.

Önceleri Hıristiyanlık içi inkârcılık-sapkınlık konularına eğilen Kilise düşünürleri özellikle 12. Yüzyıldan başlayarak diğer inançlar karşısında değerlendirmeler de yapmaya başlar. Özellikle Abailard ve Raimundus Lullus bir yandan Hıristiyanlığı savunan ama diğer yandan İslam ve Musevi dinlerinde –en azından- bazı ahlaki gerçekler olduğunu belirten çalışmalar yaparlar. İncelenen “diğer” inançlara sahip düşünürler arasında Musevi düşünür Maimonides (1135-1204) ile İslam düşünürü İbn-i Rüşt’ün (1126-1198) dinsel dogmalar karşısında düşünsel hakikati savunan çalışmaları[7] bu kapsamda yankılar uyandırır.

Ortaçağ sonlarında Cusa’lı Nicolas’ın “De Pace Fidei” (1453) adlı yapıtı en kapsamlı Hıristiyan-hümanist [8]yaklaşımı ile “bir din içinde çeşitli ritüelleri” savunan yapıt olarak dikkat çeker. Buradaki din Hıristiyan-Katolik eksenidir; ama yine de farklı inanışlardaki ortak öğelerin araştırılması açısından tartıştığımız tolerans kavramı için yenidir.

Kökleri çok daha eskilere uzansa da Martin Luther’in başkaldırısının (1517) Avrupa’yı alt üst ettiğini biliyoruz.  Luther kişinin bilincinin yalnızca Tanrı sözü ile sınırlı olduğunu vurgulayarak bir yandan kilisenin diğer yandan devletin otoritesinin sınırlarını belirledi. Bunu izleyen dönemde Avrupa Katoliklerle çeşitli Protestan mezhepleri arasında acımasız bir din savaşları dönemine girdi.

Fransa’da 1562’de St. Germain Bildirisi (Édit de St. Germain) ile Protestanlara sınırlı da olsa bazı haklar verilmiş ama Katolik-Protestan çatışmasını önlenememişti. Vassy’de bir Protestan ayininin Katoliklerce basılıp 60 kadar Protestan’ın öldürülmesi fitili ateşlemiş Fransa Din Savaşlarına gömülmüştü. Bu dönemde Fransa kraliyetinin resmi görüşü “un roi, une loi, une foi – tek Kral, tek yasa, tek inanç” olarak vurgulandı. Özellikle 1572’de St. Barthlomew gününde başlayıp dört gün süren büyük kıyımda on binlerce Protestan’ın öldürülmesi Fransa tarihine kara bir leke olarak yazıldı.

Din Savaşlarının ardından 1598’de Fransa Kralı IV Henry Nantes Bildirisini (Édit de Nantes) onaylayarak Hugenot olarak bilinen Calvinist Protestanlara önemli haklar verdi.  Onların medeni haklarını tanıdı, devlette görev almalarının yolunu açtı. Resmi olarak din savaşları bu bildiri ile sona ermiş olsa da Protestan başkaldırıları daha uzun yıllar devam etti. XIV Henry 1685’de Fontainebleau Bildirisini (Édit de Fontainebleau) yayınladı. Bu bildiri Nantes Bildirisinin yeniden kaleme alınmasından fazla bir şey getirmediği için bizim açımızdan tolerans kavramının yorumuna yeni bir boyut getirmediği söylenebilir[9]

Orta Avrupa’ya bakarsak ilk olarak günümüz Almanya’sının güneyinde Köylü İsyanları (1524-1525)ile başlayan çalkantıları görürüz. Kutsal Roma İmparatoru V. Karl tarafından imzalanan Ausburg Barışı (1555) ile sayıları 225’e ulaşan Prenslere mezheplerini seçme özgürlüğü tanıdı. Diğer yandan bir prenslik bölgesinde yaşayan halk Prensin seçtiği mezhepte olmak zorundaydı. Günümüzde çok garip gelse de “Cuius regio, eius religio – kim yönetirse onun dini” ilkesi onaylandı ve tahmin edileceği gibi huzursuzluklar sona ermedi.

Günümüz Hollanda-Belçika bölgesinin Calvinci halkı ile bölgeyi yöneten Katolik İspanya Kralı arasında da Seksen Yıl Savaşları (1568-1648) olarak tarihe geçen çok kanlı bir çatışma yaşandı.

Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonunda imzalanan Westphalia anlaşması ile Orta Avrupa’da Katolik, Lutherci ve Calvinci bölgeler oluştu. Halk inancına uygun bölgelere göç etti veya kaldığı bölgenin mezhebine geçti.

Hıristiyan mezheplerinin Avrupa’daki çatışmalarının 17. Yüzyılın ikinci yarısında durulduğunu görüyoruz. Avrupa’da güncel anlamdaki dinsel tolerans kavramının bu çalkantılı dönemin sonunda şekillendiğini vurgulamalıyız. Böylece bir yandan Kilise otoritesi ve kişisel dinsel bilinç ayrımı, diğer yandan dinsel ve medeni (secular) otorite ayrımı oluştu.

Tolerans konusundaki düşünsel çalışmalar kuşkusuz bu çok zor dönem sonrasında da sürdü. Baruch Spinoza (1632-1677) dinlerin çekirdeğinde adalet ve sevgi gibi erdemler olduğunu belirtir ve hem dinsel dogmalardan hem de hakikatin düşünsel biçimde aranmasından ayrı tutar[10]. Devlet barış ve adaletten sorumlu olduğuna göre dinin dışa dönük uygulamalarını düzenleme hakkı vardır. Ama dinin içsel uygulamaları, düşünce özgürlüğü gibi konular devlete bırakılamaz. Burada politik otoritenin gücünün sınırları gerçeklere bağlı olarak çizilir.

John Locke (1632-1704) Bir adım daha ileri gider. Devleti yurttaşlarının medeni çıkarlarını gözetmekle görevli sayar[11]. Ruhla ilişkili konular devletin görevi değildir; Kilise ise yönetim üzerinde etkisi olmayan gönüllü kuruluştur. Locke toleransın sınırlarını bir yanda “dinin bu konumunu aşması”; diğer yanda “Tanrısızların herhangi bir ahlaki değer tanımayarak toplum düzenini bozacak davranışlar içine girmesi” olarak belirledi.

18. Yüzyılda Fransız ve Amerikan devrimlerinde dinsel özgürlük temel bir doğal hak olarak benimsendi. “Yasaların Ruhu” (De l’esprit des lois) (1748) adlı kitabında Montesquieu politik birlik ve barış için farklı dinlere tolerans gösterilmesi gerektiğini belirtti. Diğer yandan farklı dinlere ve egemen dindeki değişikliklere gösterilen toleransın sınırı olarak da anayasa ile ilişkiyi ve halkın ahlak anlayışını gösterdi. Montesquieu’nün “İran Mektupları” (Lettres persanes) (1721) adlı eserinde çok daha kapsamlı bir dinsel çoğulculuğu savunduğunu görüyoruz.

Politik ve dinler arası perspektifler Jean-Jacques Rousseau’da (1712-1778) daha belirgindir. “Toplum Sözleşmesi”nde (Du conrtat social) bir “medeni din”, “Emile”de “doğal din” önerir.

Bekleneceği gibi Voltaire (1664-1778) dinsel dogmalara karşı verdiği savaşta çok daha serttir ve “aklın dinini” öne sürmekten çekinmez.

Aydınlanma çağındaki bu gelişmeler sonucunda 1789 devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (Déclaration des droits de l’homme et du citoyen) ve 1948’de Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile günümüzdeki tolerans kavramına “kuramsal” açıdan oldukça yaklaşıldığını söyleyebiliriz. “Kuramsal” diye vurguluyorum. Çünkü özümseme ve uygulama açısından çok büyük eksikler olduğunu hepimiz biliyoruz.
Yukarıda Avrupa’da Hıristiyan mezhepleri arasındaki çatışmalarının kıtadaki bütün bölgelerin bütün etnik toplulukların ve ülkelerin adeta bir iç sorunu olarak geliştiğini ve çatışmaların yoğunlaştığını gördük. İslam coğrafyasında ise Sünni-Şii çatışması daha çok, Arap-İran, Osmanlı-İran gibi farklı etnik yapılar veya devletler arasındaki çatışma biçiminde karşımıza çıkar. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile Halifeliği devralıp[12] Osmanlı’nın Sünni yapının yönetimine geçmesiyle, Osmanlı-İran çatışmaları yeni bir boyut -Sünni-Şii boyutu- kazandı[13]. Ülkelerin içinde kanlı biçimde bastırılan isyanlar olduysa da Avrupa benzeri bir seri din savaşı –ve bunun sonucunda- bir denge oluşmadı[14].

Sanırım İslam’daki tolerans tartışmaları açısından

özellikle ele alınması gerekir.

İslam’ın Altın Çağında Semerkant-Buhara-İsfehan- Hamedan-Bağdat-Şam-Halep yoluyla Harran’a uzanan coğrafyada İslam’ı felsefe ile bağdaştıran, antik Yunan kaynaklı felsefe ve bilim üzerine çalışan, onları aktarmakla kalmayıp önemli katkılar yapan bu anlamda geniş tolerans örneği olabilecek düşünce ortamı görüyoruz. Farabi (872-950) (Batıda bilinen ismiyle Alpharabius) “ikinci öğretmen” olarak nitelenirdi. “Birinci öğretmen” Aristo idi. “alem büyük insandır; insan küçük alem” ve “akıl iyi ile kötüyü ancak bilgi ile ayırır” gibi görüşleri binyıllar boyunca düşünce dünyasını aydınlattı.  Benzer biçimde İbn-i Sina (980-1037) (yine Batıda bilinen ismiyle Avicenna) da tıp konusundaki yapıtları yanında Aristo’yu Farabi’nin çalışmalarından incelemiş ve felsefeye ilişkin önemli görüşlerini yüz elliden fazla makalede kaleme almıştı. O da Eflatun idealizmi ile Aristo deneyciliğini akıl yoluyla uzlaştırmaya çalıştı. Antik Yunan’ın inancının çok tanrılı olmasına ve İslam’ın ilk koşulunun tek Tanrıya inanmak olmasına karşın konuyu felsefe ve bilim boyutuyla ele alıp akıl be bilgiyi vurgulayarak yorumlayan bu görüşler, o dönemdeki büyük bir toleransa işaret ediyordu.

11-12. Yüzyıllarda İslam dünyasında çeşitli zorluklarla baş gösterdi. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamaya başlamıştı. Haçlı Seferleri başlaması (Birinci Haçlı Seferi 1095-1099), 1098’de Antakya ve 1099’da Kudüs’ün Hıristiyanların eline geçmesi, Anadolu Selçuklularının Sivas Yakınlarında Moğollara yenilmesi (1243) [15], Cengiz Han’ın Torunu Hülagu’nun Bağdat’ı alması (1258) gibi felaketler üst üste geliyordu.  İslam’ın içsel (batınî-ezoterik) yorumları giderek yaygınlaşmaktaydı. Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu dönemde yaşıyor ve şeriat hükümlerine farklı yorumlar getiriyordu. İşte bu ortamda İmam Gazalî (1058-1111)  olumsuz gelişmelerin önüne geçmeye, hiç olmazsa düşünce alanında “düzen” sağlamaya çalıştı.  Şeriat ile tasavvufu bağdaştırmak için gayret gösterdi. Felsefe alanında daha tutucu yaklaşımlarla, Aristo’dan başlayarak Farabi ve İbn-i Sina, gibi düşünürlere karşı çıktı[16]. “İslam’da içtihat (yenilik) kapısı kapandı” yorumuyla özetlenebilecek yaklaşımıyla bu alana adeta bir “disiplin” getirmeye çalıştı.

Asya’daki İslam’ın zorluklarla uğraştığı dönemde ikinci ilginç çizgiyi İber yarımadasında Hıristiyanlarla ve Musevilerle yan yana yaşayan Endülüs Emevilerinde görüyoruz. Kordoba ve Marakeş’te yaşayan İbn-i Rüşt (1126-1198) özellikle düşünce alanında Farabi ve İbn-i Sina geleneğini sürdürerek felsefeye önemli katkılarda bulundu.  Aristo’nun Batı düşüncesine taşınması özellikle İbn-i Rüşt (Batı’da bilinen ismiyle Averroes) çevirileri ile oldu[17]. İmam Gazali’nin “Felsefenin Tutarsızlığı” adlı yapıtına karşı felsefeyi savunan “Tutarsızlığın Tutarsızlığı”nı yazdı[18].

Üçüncü ilginç çizginin ise Anadolu’da geliştiğini görüyoruz. Doğudan gelen Moğol baskısı karşısında Bizans’ın zayıflığı 11-13. Yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru bir göçün yoğunlaşmasına yol açtı. Bu kapsamda özellikle Horasan bölgesinden kaynaklanan ama Anadolu’da yeşeren kısaca “Anadolu Erenleri” diyebileceğimiz bir İslam yorumunu gündeme getirdi. Ahmet Yesevi (1093-1166) ile başlayan düşünce çizgisi Anadolu’da Ahi Evren (1171-1261), Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273), Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271), Yunus Emre (1240-1321), Hacı Bayram-ı Veli (1352-1429) gibi kişilerde somutlaştı. Daha çok seçkinlere yönelik tasavvuf ve Mevlevilikten, geniş Anadolu halkına yönelik Bektaşi-Alevi çizgisine uzanan; İslam yanında Melamîlik, Fütuvvet, Budizm, Şamanizm, Orta-Asya dinleri… diye uzun bir zincirin halkalarını oluşturan inanç, görüş ve yaşam biçimleri gelişti. Bu düşünce çizgisinde yaratılan her şeyin Tanrının gücünün bir yansıması, Tanrının bir parçası olarak nitelenir ve bu nedenle de hiç kimsenin dışlanamayacağı vurgulanır. 

Yunus Emre’nin söyleyişiyle: "Yaratılanı severiz Yaradandan ötürü” 

Sanırım bizler için çok önemli olan bu çizgi yalnızca “tolerans – hoşgörü” sınırları içine sıkıştırılmamalı ve ayrı bir yazının konusu olmalı.

Tasavvufta tolerans düşüncesinin örneği olarak Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çok bilinen dizeleriyle son vermek istiyorum:

Gel, gel ne olursan ol yine gel,
İster kâfir, ister Mecusi,
İster puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel.
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz.
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz.
Beri gel beri! Daha da beri! Niceyse şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…



[1] “Gönül” kavramını Batı dillerinde bulmak zor. Birçok zaman “soul-ruh” gibi sözcükler kullanılıyor ve kuşkusuz o güzel anlamı yansıtmıyor. Hele “gönül gözü ile görmek” pek Batılının anlayacağı bir şey değil. Benzer biçimde “ak-kara” da birer renk değil. “White-black” gibi renk temelli çeviriler bu sözcüklerin bizde uyandırdığı kavramların çok uzağında.
[2] Goethe, J. W. 1829: “Maximen und Reflexionen”, Werke 6, Frankfurt am Main: Insel, 1981.
[3] Geçici anlaşma, bu konuda anlaşmazlık olduğu konusunda görüş birliği.
[4] Bu terazinin iki kefesinin dengeli olması önemli bir tolerans sorunu ve ülkemizde oldukça güncel bir sorun.
[5] 1184 Güney Fransa’da Katarlara Karşı Engizisyon: 1478 Müslüman ve Musevilere karşı İspanyol Engizisyonu ve 1542’de Roma Engizisyonu.
[6] Kartaca Piskoposu Donatus Magnus tarafından M.Ö. 4. Yüzyılda günümüz Cezayir-Tunus Bölgesinde geliştirilen bir Hıristiyan mezhebi.
[7] İbni Rüşt “Tahafut al-Tahafut”  1180. (The Incoherence of the Incoherence)”
[8] Tarihsel olarak Batı’da Hümanizmin Hıristiyanlık karşıtı olarak geliştiğini biliyorum. Ama araştırmacılar Nicolas’ı böyle niteliyorlar. Belki “Hıristiyanlık sınırları içinde hümanizm” olarak nitelemeliyiz.
[9] Nantes Bildirisi tolerans konusundaki temel belge olarak bilinir ve kutlanır. Bu arada 1998’de dört yüzüncü yıl kutlamaları sırasında Bernard Russel’in editörlüğünü yaptığı “Coexister dans l’intolérance” adlı kitapla Avrupa’daki birçok uygulamayı eleştirdiğini belirteyim.
[10] B. Spinoza “Tractatus Theologico-Politicus” (1670)
[11] J. Locke “A Letter Concerning Toleration” (1689)
[12] Daha önce Bağdat’ta Abbasi, Mısır’da Fatimi ve Kordoba’da Emevi halifeleri olmak üzere ayni anda üç halifenin hüküm sürdüğü dönemler olmuştu. Halifelik Osmanlı’ya geçtiğinde bu çok başlılık yoksa da Halifeliğin tüm Müslümanlar üzerinde dinsel etkinliği de sorgulanır olmuştu.
[13] Nedense 1639 tarihindeki Kasr-ı Şirin anlaşmasının bugünkü Türkiye-İran hatta Irak-İran sınırını çizdiği çok vurgulanır. Bu kuşkusuz doğru bir bilgi olmakla birlikte Osmanlı-İran çatışmansın o tarihte bittiği anlamında yorumlanmamalı. İki ülke arasında savaşlar sürdü ama sonuçta bir sınır değişikliği olmadı. Yoksa II. Mahmut devrinde, 1821-1823’te bile Osmanlı-İran savaşı var.
[14] İster istemez birçok Ortadoğu ülkesinde günümüzde yaşanan mezhep çatışmaları 16. ve 17. Yüzyılda Avrupa’da yaşanan savaşları hatırlatıyor.
[15] Moğol ordusunun komutanı Baycu Noyan’ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. Gıyasettin Keyhüsrev’i Kösedağ savaşında yenmesi. Bu yenilginin ardından Anadolu Selçuklu Devleti 1308 yılında tümüyle dağılmasına dek Moğol egemenli altına girer.
[16] İmam Gazali, “Tahafut al-falasifa” (Felsefenin Tutarsızlığı)
[17] Bu taşınma da iki yoldan oldu. Birinci yol önce 13. Yüzyılda İbraniceye, oradan 16. Yüzyılda Latinceye çeviri biçiminde oldu. Ama daha ilginci İskoç matematikçi ve bilim adamı Michael Scot’un 1209’da Toledo’da Arapça öğrenip metinleri doğrudan Latinceye çevirmesi oldu. Scot, efsaneleşmiş simyacı ve sihirbaz kimliği ile pek çok romana, filme, hatta çocuklara yönelik çizgi filmlere konu olmuştur.
[18] İbn-i Rüşt, “Tahafut al-tahafut” (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)

18 Aralık 2012 Salı

NOBEL ÖDÜLLERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Geçtiğimiz günlerde Nobel ödülleri verildi, geçen gün de gazetelerde Stockholm Belediye binasının Mavi Salonundaki 1300 kişilik görkemli akşam yemeğinin fotoğrafları yer aldı. Nobel Fizik, Kimya, Tıp, Ekonomi ve Edebiyat ödüllerinin sahiplerini İsveç Kraliyet Akademisi belirliyor ve ödül İsveç Kralı Carl XVI Gustav imzalı bir belge ve çek alıyorlar. Barış Ödülünün sahibini ise Norveç’teki özel bir komite belirliyor ve Oslo’da Norveç kralı Harald V tarafından veriyor. Yani Nobel oldukça “krali” bir gelenek. Bu yıl özellikle barış ödülünün Avrupa Birliğine verilmesi tartışma yarattı. Avrupa’da büyük ülkelerin son 60 yıldır birbirleriyle savaşmadıkları bir gerçek. Bunda AB’nin katkısı da olabilir. Diğer yandan bu ülkelerin birçok “uluslararası” çatışmada, bombalamada, işgalde, darbede, ülkelerin parçalanmasında ABD liderliğinde görev aldıklarını; ayrıca kendi kıtalarında Balkanlardaki çatışmalarda sicillerinin hiç iyi olmadığını da biliyoruz. Uzmanlar AB’nin ekonomik kriz içinde olduğu günümüzde bu ödülün “moral” vermek için verildiğini söylüyorlar! Yalnızca onlarım morale gereksinimi var her halde.

Ne Nobel ödülüne ne de başka ödüllere karşı olumsuz bir tavrım yok. Ama ödülleri almayı ret edenlere karşı da özel bir saygım var sanırım. İlk aklıma gelen isim Jean Paul Sartre. 1964’de “Resmi ödülleri kabul etmediğini, ‘kurumsallaşmak’ istemediğini” söyleyerek Nobel Edebiyat ödülünü reddetti.

Bende en derin iz bırakan olay 1973 Nobel Barış ödülü olmuştu. Kanlı Vietnam savaşında ABD adına Henry Kissinger ve Kuzey Vietnam adına Le Duc Tho 1973 Ocak ayında Paris Barış Tutanağını imzalayıp silah bırakmayı kabul etmişti. Bu gelişmenin Türkiye’de bizleri bile büyük bir sevince boğduğunu hatırlıyorum. ABD’nin bölgeden çekilmesini beklerken bombalamaya devam ettiği haberleri gelmeye başladı. Biz daha ne olduğunu anlamaya çalışırken Nobel Barış Komitesi 1973 Ağustos ayında Kissinger ve Le Duc Tho’ya Nobel barış ödülü verileceğini açıkladı ve Le Duc Tho hemen ret etti[1]. Hala Kissinger’in nasıl bu ödülü kabul etiğini düşünürüm.

Marie Curie Nobel ödülünü ret etmedi. Hem bu ödülü alan ilk kadın oldu, hem de iki farklı alanda (1903 Fizik, 1911 Kimya) Nobel alan ilk bilim insanı oldu. Ama onun da ilginç bir yönü var. Alçak gönüllülüğü ile ünlü Marie Curie para ödülünü kendisi almadı, çalıştığı enstitüye verdirdi. Zaten geliştirdiği radyum arıtma sürecinin de patentini almamış, bu konudaki bilimsel ve endüstriyel çalışmaların bir engelle karşılaşmamasını istemişti. “Bilim ve onun sağladığı olanaklar bütün insanlığın malıdır. Radyumun kimseyi zengin etmemesi gerekir. O bir elementtir ve herkesin malıdır” sözleri ne yazık ki günümüzdeki anlayıştan ne kadar uzak! Curie’ler bütün buluşlarını, bu arada radyumun elde edilmesine ilişkin bilgileri olduğu gibi yayınladılar. Araştırmacılardan ve sanayicilerden gelen soruları ve bilgi isteklerini cevaplandırmaktan da geri durmadılar. Bağışlarla toplanan 100 000 dolarla alınan bir gram radyum 1921’de ABD başkanı tarafından törenle Marie Curie’ye sunulurken, bağışın Paris Radyum Enstitüsüne yapılmasına ısrar etti[2]. Bu büyük insanı 1934’de yıllarca radyasyon altında çalışmasının sonucunda aplastic anemiadan toprağa verdik.

Belki Nobel kadar ünlü bir ödül değil ama çağınızın büyük matematikçisi Grigori Yakovlevich Perelman’ın ret ettiği ödüller de ilginç[3]. Perelman 2003’de, Thuston’un Geometrileştirme Varsayımını, ardından topolojinin en önemli sorunlarından biri olarak 1904’den beri çözülemeyen Poincaré Varsayımını kanıtladı. 2006’da “para veya şöhretle ilgilenmiyorum, hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi vitrine girmek istemiyorum” diyerek kendisine önerilen Fields Madalyasını almadı. 2006’da Science dergisi Poincaré Varsayımının kanıtlanmasını matematik alanında “çığır açan çözüm” olarak niteledi. Ama 2010’da Perelman “Poincaré Varsayımının kanıtlanmasında benim katkım Richard Hamilton’dan fazla değil” dedi ve kendisine verilmek istenen Clay Milenyum Ödülünü almadı.

Dediğim gibi ödüllere ve ödül alanlara karşı değilim ama bence onlar kadar ödülleri ret edenler ve özellikle ret gerekçeleri üzerinde düşünmeliyiz.




[1] Ne yazık ki bu kanlı savaş Nisan 1975’e kadar devam etti. 30 Nisan 1975’de Kuzey Vietnam Kuvvetleri Saygun’a girdi, Güney Vietnam teslim oldu.
[2] Güney Gönenç, “Hep Aranızda Olacağım”, Bilim ve Sanat Yayınları, 1983.
[3] Gerçekten bilimlerin kraliçesi matematik konusunda bir Nobel ödülü olmaması ilginç değil mi?

6 Aralık 2012 Perşembe

LATİFE TEKİN-SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM



Latife Tekin günümüzün en önemli romancılarından. 1983’den beri 9 yapıtı yayımlanmış[1]. Ayrıca Gümüşlük Sanat Evindeki etkinlikleri ile de çok iyi biliniyor. Ama ilk romanı “Sevgili Arsız Ölüm” o denli derin bir iz bırakmış ki Latife Tekin diyince hâlâ ilk akla gelen “Sevgili Arsız Ölüm”. Bizler için adeta onunla özdeşleşti. “Bizler” diyorum. Biraz açayım bunu. Yaşı “1970-80’erde de yoğun kitap okuyacak kadar olgun!” olanlar diyeyim.
1980’lerin o baskıcı havasında okuyup büyülendiğimiz kitap ODTÜ Mezunlar Derneği Edebiyat Kulübünün 27 Kasım 2012 tarihli toplantısının konusuydu. Şule Şahin’in yöneticiliğinde Gülçin Çerçioğlu ve Canay Kilit’in sunumu eşliğinde tartışıldı. Bu tartışma beni de 1980’lere götürdü.

1980’ler toplumun büyük bir baskı altında olduğu, edebiyatın da en azından bir geri çekilme dönemi içine girdiği yıllardı. Yine de geriye doğru bakıyorum da 1980’lerin ilk yarısında edebiyat okurunu heyecanlandıran gelişmeler oludu. Dört genç romancı ilk romanlarıyla o günlerde gündeme geldi:
·         Orhan Pamuk (d. 1952 ilk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları” 1982),
·         Ahmet Altan (d. 1959 ilk romanı “Dört Mevsim Sonbahar” 1982),
·         Latife Tekin (d. 1957 ilk romanı “Sevgili Arsız Ölüm” 1983),
·         Mehmet Eroğlu (d. 1948, ilk romanı “Issızlığın Ortası” 1984),

Bunlar arasında beni en çok sarsan “Sevgili Arsız Ölüm” olmuştu. Ne özü ne de biçimi bildiğimiz roman gibi değildi. O güne dek köy yaşamının edebiyata yansımasını Köy Enstitülü yazarlarda görmüştük[2]. Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni 1970’lerin ilk yarısında okumuştuk. Gecekondu yaşamının edebiyata yansıması öyle olur diye düşünüyorduk. Yoksul kesimleri savunan edebiyat yapıtlarının biçimini Toplumcu Gerçekçilik belirler diye öğrenmiştik. Sevgili Arsız Ölüm’ün ilk bölümünde köy, ikinci bölümünde de kent vardı. Kitap yoğun bir yerel dille bildiğimiz bir sosyalist tarafından yazılmıştı. Ama kişiler adeta çılgındı. Cinlere, batıl inançlara gömülü bu yoksul toplum dışı kişiler hiç de solcuların “müttefiki” olabilecek gecekondu halkı değildi.
Sanırım ilk tepki, en azından benim okuduğum ilk tepki, Murat Belge’den geldi. Kökleri daha eskilere uzanmakla birlikte o günlerde Latin Amerika edebiyatı ve özellikle Gabriel Garcia Marquez ile paralellikler kurup “Büyülü Gerçekçilikten” söz ediyordu. Büyük bir heyecanla “Yüz Yıllık Yalnızlık” romanını alıp okuduğumu hatırlıyorum. Evet, aynı büyülü, zamandan bağımsız, masalsı, gerçek dışı anlatım Marquez’de de vardı. Romanı “katalogladım” ve rahat ettim! İnsan garip bir yaratık. Kafasındaki sorunu bir biçimde çözdüğünü sanıyor; ama alttan alta konu ilgisini çekmeye devam ediyor. Bugün geriye dönüp baktığımda romanın katı kalıplara, şematik biçimlere hele okyanus ötesi etkilere pek de sığmadığını anlıyorum. Masalsı anlatım Yaşar Kemal’in “İnce Memet”inde de var; Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsünde” veya “Mahur Beste”sinde de var. Hatta Dede Korkut masallarına veya Evliya Çelebi’ye kadar geri götürebiliriz bu masalsı anlatım biçimini. Romandaki cinler geleneksel kültürümüzün bir öğesi değil mi? Dirmit canlı-cansız doğa ile konuşuyor; Şamanizm gelmez mi aklımıza?

Özellikle Latife Tekin’i zaman içinde biraz daha gözledim. Klasik anlamda bir roman kalıbı içine girmiyor. Kendini şairlere daha yakın hissediyor. Latife Tekin “Şiir gökyüzündeki yıldızlar gibidir, işe yaramazlar. Ama onlar olmadan gece nasıl olurdu? Ben de roman yazmıyorum. Benim yazımın imgesi dünyaya ait değildir. Tüketilmemeli, okurun yaşamında kalbinde taşınmalı” diyor[3]. Marquez’den etkilenme konusunda ise “ben halkımızın ifade biçiminde yola çıkarak yeni bir ifade biçimi arıyordum. Marquez önümde bir pencere açtı” diyor.
“Sevgili Arsız Ölüm”ün basım öyküsü de oldukça ilginç. Yine 1980’lerin o baskı ortamına dönelim. Bir ortak tanıdıkları aracılığı ile taslağı alıp okuyan ve çok beğenen Adam Yayınları sahibi Memet Fuat’ın karşısına romanın yazarı olarak 22-23 yaşlarında zayıf bir genç kız, Latife Tekin, çıkar. Memet Fuat’ın ilk tepkisi “sen daha çocuksun” olur ve bu çok güzel romanın getireceği ünün bu genç kızın edebiyat serüvenini olumsuz etkileyeceğinden korkarak “Romanını çok beğendim. Ama ikincisini de yaz, getir. Ondan sonra basalım” der. Oysa sosyalist kimliği ile 12 Eylül sonrasında zorluk ve parasızlık içinde polisten kaçan; ödünç bir daktilo ile yazmaya çalışan genç kızın paraya çok ihtiyacı vardır. Bu dönemi anlatırken Latife Tekin kendisine Nazım Hikmet ile Orhan Kemal’in hapishane mektuplarının güç verdiğini anlatır. “Onlar o koşullarda yazıyorsa, ben de yazabilirim” der. Sonuç olarak kitabın basımı 3 yıla yakın bir süre gecikir. “Berci Kristin Çöp Masalları”nın yazınımı bekler. İki kitap 1983 ve 1984’te basılır ve yukarıda değindiğim gibi okuyucusunu “büyüler”.

SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM

Kitabın çevresinde bu kadar dolaştıktan sonra şimdi biraz da kitaba bakalım. Roman iki bölümden oluşuyor.

Birinci bölümde Huvat (baba) Asiye (anne) ve beş çocuktan (Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit ve Mahmut) oluşan Aktaş ailesinin Akçalı köyündeki yaşamı anlatılır[4]. Burada köy hayal ile gerçeğin ayrılmadığı bir cinli ortamdır. Huvat şehirde çalışır ve köye köylünün o güne dek görmediği şeyleri getirir. Soba, radyo, otobüs, tulumba bu kapsamdadır. Köyün adını “Atom” yapmak gibi de uçuk-kaçık fikirleri vardır. En son “yeniliği” de şehirden getirdiği “yüzü alev alev yanan, başı kıçı açık süt gibi beyaz” karısı Atiye’dir.
Önce yadırganıp cinli olarak nitelenen Atiye köy yaşamını hızlı bir uyum gösterir:
Az zamanda tandırda ekmek pişirmeyi, koyun kırkmayı, tezek yapmayı, kuzu emiştirmeyi, tavuk teleği ile çocuk düşürmeyi öğrendi. Bir erişte döküyordu, inci gibi. Halı kertmekte köyün gelinlerini, kızlarını yaya bıraktı. Hatta ölü evlerinde ağıt bile düzmeye başladı. Derken ağzı devrildi. Aynı köylüler gibi konuşmaya başladı”. Ama dik başlılıktan vazgeçmedi.: “… yolda önüne bir erkek çıkınca durup erkeğe yol vermesini öğrenemedi. Çiğneyip geçiyordu erkeğin önünü.[5]

Aileyi bir arada tutan karakter olarak Atiye giderek romanda belirginleşir. Bu dönemde disiplin cinlerle korkutma, ambara kitleme veya “oklavayı çekip…etleri kara kara yakma” yöntemi ile sağlanır.
Köy cinler, periler, büyüler, kehanetler ortamıdır. Değil doğa, Huvat’ın şehirden getirdiği otobüs bile bu köyde masalsı bir yaratıktır:
“Huvat’ın şeytan ıslığı çalan, bozlarda çalılara, yaban armutlarına, kınalı kayalara ayna tutan otobüsü çok geçmeden köy yollarında ayağı yaralı uyuz ite döndü. Düz yolda su kaynatmaya, yatak yakmaya başladı. Aynasını, sileceklerini, kapı kollarını tek tek döktü. Günün birinde şoförü de bırakıp gidince sırtını bahçe duvarına dayayıp huzura kavuştu.[6]

Daha doğmadan annesi ile konuşan[7] ve “cinlere karışmış” olduğuna inanılan Dirmit doğduktan sonra da canlı-cansız çevresindeki varlıklarla konuşmaya başlar:
“’Uyuyamıyorum, yediveren gül.’
‘Neden?’
‘Seni, tomurcuklarını düşünmekten.’
O gül zamanı Dirmit, ‘Ya uyur da, uyanamazsan. Ya ben uyurken güller solar, dallar kurursa’ diye öyle çok korktu ki, o gül zamanından bir dahaki gül zamanına kadar gözünü hiç kırpmadı.[8]

Romana bir ara bir köy öğretmeni girer ve çıkar. Dirmit’i çok etkileyen köy öğretmeninin “komünist” olduğu dedikodusu yayılır. “Komünist”’in ne olduğunu ısrarla öğrenmek isteyen Dirmit’e sonunda annesi gökte uçan bir uçağı göstererek “aha komünist” der[9]. Kime, neye inanacağını şaşıran Dirmit “Sonunda komünistin de, uçağın da cin olduğuna karar verdi.” Dirmit böylece ilk politik bilgileri almaya başlar! Romanın birinci bölümü Dirmit’in bütün isteksiz ve mutsuzluğuna karşın ailenin büyük şehre (İstanbul?) göçüyle son bulur[10].
Romanın ikinci bölümünde ailenin büyük şehirdeki yoksul yaşamı tün acımasızlığı hatta vahşeti ile sürer. İşsizlik–iş kazaları sarmalında Huvat birkaç kere dine sarılır. Sakal bırakıp “yeşil kitaplar” okur. Ardından kendini “suya adar” Zamanını “eski bir saray kalıntısı içinden denize bakmakla” geçirir. Hatta şişelere doldurduğu suyu odanın duvarlarına asarak, akşamları da şişelere bakar.

Atiye Hızır ve Azrail ile pazarlık içindedir. Bu dönemde aileyi birlikte tutmanın ve isteklerini yaptırmanın yolu ölüm döşeğine yatıp “üç vakte kadar öleceği için” son arzularını söylemektir.

Evin büyük kızı koca bulma sevdası ile yanıp tutuşur. Büyük oğullar geçim telaşı, iş kazaları, zengin olma düşleri, sevdalarla uğraşırlar. Küçük oğlan Mahmut da Bil Kid’den Süpermene; mafyadan kuaför çıraklığına uzanan bir yelpazede savrulur.
Dirmit ise sürekli bir arayış içindedir. Yine parktaki kuşkuş otuyla, karla, rüzgârla, sokakla konuşur. “Kara sivilceli oğlana” aşık olur, “ucundan tüller, yapma kirazlar sarkan hasır şapkalı, etekleri dizinin iki karış üstünde” bir kızla arkadaşlık kurar. Bilinçsiz bir şekilde de olsa bir gösteri yürüyüşüne katılıp heyecanlanır. Dik başlılığı artar. O kadar ki, Mahmut’un geneleve gitmesinin ardından “Kendisinden iki yaş küçük kardeşinin kadına gitmesini niye ben erkeğe gitmiyorum diye kafasına takar[11].”

Derken sözcüklerin, şiirlerin sihirli dünyasına kapılır:
Dirmit o günden sonra hep sözcüklerden bir yorgana sarındı. Sözcüklerden bir yatağın üzerinde uyudu. Sözcüklerden yapılma bir sandalyenin üstüne oturdu. Atiye günleri sayılı binlerce sözcük oldu. Huvat sözcük dolu şişelere baktı, Nuğber sözcük bekledi. Zekiye sözcük ağladı …[12]” Şiir yazması yasaklanınca mektup yazar. Bu büyük şehirle kavgası vardır: “evlerin, denizin yolların insanlardan önemli bir sır sakladıklarına” karar verir. “Şehir herkes uyurken (Dirmit’i) damda görünce bu sırrı çözeceğimi sanıp” korkutur.

Roman kısa cümlelerle üçüncü tekil şahıs dili geçmiş kipinde yazılmış. Zaman belirsiz bırakılmış. Olayların zaman içinde sıralaması genel olarak doğru ise de bir paragrafta yılların geçtiği bir yapı kurulup zaman boyutu kaybolmuş. Yer de belirsiz. Okuyucu büyük şehrin İstanbul olduğu izlenimine kapılıyor. Ama bu belirtilmemiş. Sonuç olarak “bir varmış bir yokmuş” çizgisinde, büyülü bir atmosfer içinde çırpınan kişiler oluşturulmuş.
SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM SONRASI
Yukarıda değindiğim gibi Latife Tekin diyince benim kuşağımın aklına “Sevgili Arsız Ölüm” geliyor. Ama Yazara haksızlık etmek istemem. Latife Tekin “Aşk İşaretleri” romanıyla yeni bir döneme geçişin işaretlerini verdi. “Ormanda Ölüm Yokmuş”, “Unutma Bahçesi”, “Muinar” romanlarının çizgisi bambaşka. Yoksulların yerini, Latife Tekin’in deyimiyle “kentin kölesi” doğa alıyor ve biçim tümüyle değişiyor. Bizler doğaya çok daha yakındık. Temel sorunumuz insanların yoksulluğuydu. Kentlerimiz bile doğayı “ezmiyordu”.

Oysa şimdi onu yitirdik. Latife Tekin “Özellikle Boğazdaki değişim, yoksul ahşap evlerin yok olması, Arnavutköy’deki kazıklı yol beni çarptı” diyor. “Ötekileştirilmiş yoksul insanlardan sonra ötekileştirilmiş tüm canlıları büyülü buluyorum. Kentin köleleri ağaçlara örnek Dolmabahçe’de yol kenarına dizili çınarlar”[13]. Genç kuşakta da başka bir politik duyarlık oluştu. Sonuç olarak gençler Latife Tekin’i bu ikinci çizgisiyle tanıyor ve seviyorlar. Ama sanırım bu konu, bu yazıya sığmayacak kadar geniş bir konu.

[1] Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001), Unutma Bahçesi (2005), Muinar (2006) romanları ile bir deneme: Rüyalar ve Uyanışlar Defteri (2009).
[2] Bu konuda bloguma “Onuncu Köy” başlığı altında bir şeyler yazmıştım.
[3] 28 Aralık 2011 “Sözünü Sakınmadan” Semih Gümüş ve Ömer Türkeş ile söyleşi.
[4] Belki karakterlerin garip isimleri dikkatinizi çekmiştir. Dirmit,  Dimrit üzümünün bozulmuş biçimidir. Özellikle orta Anadolu’da yaygın dayanıklı, çekirdekli bir üzümdür. Huvat da “hevenk”in bozulmuş biçimi olsa gerek. Köyün Akçalı’dan önceki ismi de “Alacüvek”. Herhalde bu da “hevenk”ten geliyor.
[5] Sayfa 5.
[6] Sayfa 6
[7] Sayfa 8.
[8] Sayfa 23.
[9] Sayfa 48.
[10] Romanın birçok yerinde Dirmit ile Latife Tekin arasındaki paralellik dikkat çekiyor. Burada da Latife Tekin’in de 9 yaşında Kayseri’nin Karacafenk köyünden İstanbul’a geldiğini hatırlatalım. Ayrıca Karacafenk de “hevenk” çağrışımı yapıyor.
[11] Sayfa 190
[12] Sayfa 162
[13] 28 Aralık 2011 tarihli söyleşi.

24 Kasım 2012 Cumartesi

XV. ve XVI. YÜZYILLARDA İBER DENİZCİLİĞİ - 2



Yazımın ikinci bölümüne, önemce gemi yapımından hiç de geri kalmayan gemicilik teknolojileri ile başlayacağım.

HARİTACILIK VE SEYİR TEKNOLOJİLERİ

Kuşkusuz denizcilikteki gelişmelerin bir ayağı tekne yapım teknolojisi ise diğeri de astronomi, haritacılık, zaman ölçümü gibi bilim ve teknolojilerdir. 

XV ve XVI. Yüzyıllar astronomi açısından çığır açan buluşların yapıldığı dönem oldu.  1470 – 1570 yılları arasında doğan Nicolaus Copernicus (1473­ – 1543), Tycho Brahe (1546 – 1601), Giordano Bruno (1548 – 1600), Galileo Galilei (1564 – 1642), Johann Kepler (1571 – 1630) bugün anladığımız anlamda astronomi biliminin öncüleri olarak Aristoteles ve Hıristiyan bağnazlığının 18 asır süren egemenliğine son verdiler. 
Yıldız gözlemi açısından iki önemi gelişmeyi vurgulamalıyız:

  • Antik çağlardaki gökyüzü incelemelerini bir yana bırakırsak, ilk özel “gözlemevinin”  Orta Asya’da kurulduğu söylenebilir.  Uluğ Bey Semerkant’ta 1428’de bir gözlemevi kurmuş ve 1000’e yakın yıldızı gösteren bir gök haritası çizmişti.  Ama bu yapıt ancak 1665’te Latinceye çevrildi oysa bu çağda artık teleskopla gözlem yapılıyordu ve Uluğbey haritası yararlı değildi.
  • Tycho Brahe Danimarka’da 1580’de (bazı kaynaklarda 1576) Avrupa’daki ilk gözlemevini kurdu ve çıplak gözle yapılan en hassas (hata payı 2 yay derecesi olan) gözlemler yaptı.  Bu gözlemevinin en önemli katkısı toplanan verilerin Kepler tarafından değerlendirilmesi ve bilim dünyasında yukarda değindiğimiz yeni dönemin açılması oldu.

Gökyüzü gözleminde çığır açan teleskoplar için XVII. Yüzyılın başlarını beklememiz gerekecek.
İlk ve Ortaçağ’da denizciler özellikle Akdeniz’de kıyıyı izleyerek ve karadaki yeryüzü şekillerden kerteriz alarak yollarını buluyordu.  Kıyı ve limanlarını gösteren potolan tipi haritalar XII. Yüzyıldan bu yana yaygın biçimde kullanılıyordu[1].  Yıldızlara göre yön bulma da çok eski çağlardan gelen bir gelenekti.  Bu konuda da Akdenizli gemiciler oldukça şanslıydı.  Yaz geceleri bulutsuzdu ve yıldız konumları hakkında büyük bir bilgi birikimi vardı. 

Okyanuslara açılan gemilerin ise sahili gözlemeleri olanaksızdı.  Sisli ve bulutlu bir gökyüzü yıldız gözlemini zorlaştırıyordu.  Üstelik Güney Yarımküre’den görünen gökyüzünün bilinmemesi de önemli bir sorun oluşturuyordu.  Gemiler güneye indikçe bildik gökyüzü görüntüsünün ufkun ardında kaybolması ve tanımadıkları yıldızların gökyüzünde belirmesi denizcilerin güvenini sarsıyordu. 
Kutup yıldızının Akdeniz’de zenite (başucu noktası) yakın olmaması da enlem tahminindeki hatayı azaltıyordu.  Akdeniz – Hint Okyanusu – Basra körfezi gibi enlemlerde kolu uzatıp yumruk – parmak gibi ölçülerle bulunulan enlemi tahmin etmek olanaklıydı.  Oysa kutup yıldızının çok daha “yukarda” göründüğü kuzeyde ölçüm zorlaşıyor ve yanılma payı artıyordu.

Sahilden ayrıldıktan sonra yine yola çıktığı noktaya dönmek isteyen bir gemici için ilk akla gelen uygulama geminin hızını, yönünü ve seyir süresini ölçerek konumunu belirlemek ve bu bilgileri uygun biçimde kullanmaktı (Parakete* Seyri - Deduced veya Dead Recogning - DR yöntemi).  Kısa yolculuklar ve kuvvetli akıntıların ve gel git olaylarının olmadığı Akdeniz için Parakete Seyri oldukça iyi sonuç veriyordu; ama uzun seyirler için dünyanın yuvarlaklığı işleri karıştırmaya başlıyor ve geminin yerküre üzerinde enlem ve boylam olarak konumun belirlenmesi gerekiyordu.
Martino Cortez 1551’de”Breve Compendio de la Sfera y de la Arte de Navagor” adlı yapıtında “Ekvator çizgisi üzerinde iki nokta arası 60 league[2] ise, 60 paraleli üzerinde uzaklık yalnızca 30 league olur” diyerek bu zorluğu belirtir[3].  Dolayısıyla yerkürenin küreselliği kabul edildikten sonra, harita yapımcılarını en çok uğraştıran konu bu küre üzerindeki şekilleri denizcilerin işine yarayacak biçimde düzlem bir kâğıda aktarmak oldu.  Hollandalı Gemma Frisius geometrik dikdörtgeni tanjant ve kotanjantların okunabileceği biçimde düzlem üzerinde çizdi.  Öğrencisi Gerard Kremer (daha çok bilinen Latince adıyla Mercator) da 1554’te o güne dek görülmemiş güzellikte bir Avrupa haritası hazırladı.  1569’da da Mercator tipi harita diye bildiğimiz silindirik izdüşüm yöntemini kullandı.  Günümüzde belki de kuzey enlemlerini bu derece büyüten bu abartılı yöntemin ne işe yaradığını çoğumuz bilmeyiz.  Oysa Mercator’un çözdüğü konu açıların korunmasıydı.  Yani A noktasından B noktasına gitmek isteyen denizci harita üzerinde ölçtüğü kuzey açısı ile seyrederse yerküre üzerinde de A noktasından B noktasına gidebiliyordu.

Keşifler çağında yerkürenin yuvarlak olduğu biliniyor ve çapı üzerine yapılan doğru hesaplamalar yüzyıllar öncesine uzanıyordu.  Ama Toscanelli ve Kolomb yerkürenin çapını % 20’den büyük bir hata ile hesapladıklarına, yolculuğun uzunluğu konusunda % 45 yanıldıklarına göre çap konusunda bazı tereddütler olduğunu söyleyebiliriz[4].

Haritacıların yanında çağın matematikçileri de konunun trigonometri yönünde uzun süredir çalışıyorlardı.  XV. Yüzyılda Regiomontanus her derece için açıların sinüs tablosunu 6 basamaklı olarak hazırlamıştı.  Kopernik’in öğrencisi Rheticuys bunu XVI. Yüzyılda 15 basamağa çıkarttı.  Ama özellikle XVII. Yüzyıldan başlayarak bu konudaki öncülüğü İngiliz’lerin aldığını belirtmeliyiz.
Bulunduğumuz enlemi ölçmek sorunu “bilinen bir gök cisminin ufuk çizgisi ile yaptığı açıyı ölçmek” olarak tanımlanınca bir dizi yöntem daha geliştirildi.  Örneğin Kolomb XV. Yüzyıl sonlarında dairenin dörtte birinde ölçüm yapan bir Kadran (Çeyrek – Quadrant) kullanıyordu. 

Bu tür bir cihazı doğru kullanmak hiç de kolay bir iş değildi.  Usta denizci Kolomb’un yolculuklarından bunun zorluğu konusunda bir fikir edinebiliriz:

İlk Amerika yolculuğunda Kolomb, DR yöntemleri ile Atlas okyanusunu aştı ve günümüzde Küba adasının Puerto de Mares limanında 30 Ekim ve 2 Kasım 1492’de enlemi 420 kuzey olarak ölçtü.  Oysa doğru enlem 200 idi.  Haiti’de de 13 Aralık’ta kadran ile kutup yıldızını ölçmeğe çalıştı ve 190 yerine 340 buldu.  Son olarak 3 Şubat 1493’de seyir sırasında ölçme yapmaya çalıştı.  Ama dalgalı denizde durum daha da ümitsizdi. 
Kolomb üçüncü yolculuğunda 1498’de Kanarya adalarından sonra güneye, Cape Verde adalarına indi.  Kutup yıldızının yüksekliğinin 5 – 150 arasında değiştiğini ölçtü.   Gerçekte ise kutup yıldızı 1498’de gökyüzü kuzey noktasından 3,560 kaymıştı ve değişim 100 değil 70 olmalıydı. 

Kuşkusuz bu yanlış ölçümler, çizdiği haritalara da yansıdı.  Kolomb, Venezulla ile Trinidat arasındaki iki boğaza Boca del Sierpe (Yılan Ağzı) ve Boca del Drago (Ejderha Ağzı) adlarını vermişti.  Bunların arasındaki uzaklığı da gökyüzü gözlemlerine dayanan ölçümlerle belirlemişti.  İspanya kralına yazdığı mektupta, uzaklığı 28 leage ve ölçüm sonuçlarını 50 ve 70 olarak iletti.  Oysa gerçek değerler 12,80 ve 13,50 olmalıydı.
Kolomb’un dördüncü yolculuğu hakkında çok fazla kayıt yok.  Ama Jamaika’nın kuzey sahiline demirlediğinde enlemi 190 olarak ölçtüğünü biliyoruz.  Bu değer yalnızca 10 hatalıdır ve Kolomb’un daha iyi bir cihaz aldığı veya ölçüm yapmayı öğrendiği sonucuna varabiliriz.
Daha hassas açı ölçümleri için güneş ışınlarının geldiği açıyı ölçen “astrolob”lar geliştirildi.  Bu tür yöntemlerde bir yandan ufuk çizgisini, diğer yandan ise ölçülecek yıldızı gözlemek gerekiyor ve bu da özellikle dalgalı bir deniz üzerinde ölçüm yapmaya çalışan denizcilerin işini zorlaştırıyordu.  Kuzey-batı geçidini bulmak için görevlendirilen kaptan John Davis, tek noktadan bakış sağlayan Davis Çeyreği veya Arka Çubuk (Davis Quadrant – Back Staff) adı ile anılan aleti geliştirdi.  Davis’in 1595’de yazdığı Denizcinin Sırları (Seaman’s Secrets) adlı kitapta anlatılan bu aygıt güneşin gölgesinin ve ufuk çizgisinin aynı anda gözlenmesini sağlıyordu.  Bu önemli aygıt 150 yıl kadar kullanıldı.

Enlem konusunun gelişen teknoloji ile giderek daha hassas biçimde çözülmesine karşın boylamı belirlemek büyük bir teknik sorun olarak uzun zaman gündemde kaldı.  Boylam için yıldız konumları yanında zaman ölçümü, hem takvim hem de saat dakika boyutlarıyla çözülmeliydi.   Roma döneminden beri kullanılan Jullian takvimi yılda 11 dakika 14 saniyelik bir hata içeriyordu ve 1545’e gelindiğinde 10 günlük bir hata birikmişti[5].  Zamanın saat – dakika – saniye boyutunda ölçümü açısından Galileo’nun sarkaç davranışını formüle etmesi (1582) en temel bilimsel buluş oldu ama bu da keşifler çağında denizcilerin işine yaramadı[6].  Boylam sorununun bu iki boyutuyla tam olarak çözülmesi için XVII. Yüzyılın beklenmesi gerekecektir[7].

Pusula kullanımının oldukça eskilere giden bir geçmişi vardır.  XII. Yüzyıldan beri Çinli ve Avrupalı denizciler doğal mıknatısın kuzeyi gösterdiğini biliyor ve mıknatıs taşlarını tahta çubuklara yapıştırıp bir çanak su üzerinde yüzdürüp ilkel pusulalar yapıyordu.  Zaman içinde döner eksenler üzerinde hareket eden paralelkenar biçimli pusula iğneleri ve döner diskli pusula gülleri geliştirildi.  1537’de hareket edebilir eksenlere (gimbal) asılı pusula çanaklarından söz eden kaynaklar görüyoruz.  Portekizli Pedro Reinel’in çizdiği, 32 yönü gösteren ve “kuzey yönü için bir zambak (fleur de lis)” ve “doğu yönü için Kudüs’ü simgeleyen haç” çizilmiş rüzgârgülü, bu konudaki ilk örnek olarak tanınır.  Oğlu Jorjge Reinel de rüzgârgülünü harita üzerine çizen ilk haritacı olarak bilinir.
Pusula kullanımında karşılaşılan ilk sorun manyetik kutbun konumunun coğrafi kutuptan farklı olmasıydı (declination).  Özellikle Kuzey Atlantik’te manyetik kutba yaklaştıkça pusula tam anlamıyla güvenilmez bir alet oluyordu ve Atlas Okyanusunda seyreden denizcilerin kafasını karıştırıyordu.  Kolomb’un pusuladaki garip hareketleri görünce pusulasını diğer gemicilerden sakladığı söylenir.

Portekizliler pusulanın coğrafi kuzeyi tam olarak gösterdiği yeri de buldular: Afrika’nın güney kıyılarında bir noktada –o zaman- pusula tam coğrafi kuzeyi gösteriyordu.  Buraya pusula iğnesini çağrıştıran uygun bir isim koydular:  İğne Burnu – Cabo das Agulhas (Cape of Needles).  Çözüm olarak ilk akla gelen pusulanın kullanılacağı bölgeye göre işaretlenmesi, coğrafi kuzeyin farklı konumunu hesaba katacak biçimde iğne ucundan kayık olarak bir zambakla gösterilmesi oldu.
Manyetik kutbun yerinin “yanlışlığı”na ek olarak, bu konumun zaman içinde yer değiştirmesi (tabii sapma - variation), pusula ibresinin yakındaki metaller nedeniyle sapması (arızi sapma - deviation) veya zaman zaman oluşan büyük manyetik fırtınaların pusulaları yanıltması pusulanın sorunlarını daha da büyütüyordu.  Ele aldığımız dönemde pusulanın okyanuslardaki denizciler için hiç de uygun bir alet olmadığını, ancak gökyüzünün kapalı olduğu zamanlarda kısa süreler için kullanılabildiğini söyleyebiliriz.

XV. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kitap basımının Avrupa’da hızla yayıldığını biliyoruz.  Kuşkusuz top yapımı, gemi yapımı, haritalar ve denizcilik konusundaki yayınlar da denizcilik konusundaki teknolojik birikimin çok önemli bir boyutunu oluşturmuştur[8].
Sonuç olarak keşifler çağında yeryüzü ve gökyüzü konusunda “genel kabul gören bilgilere” denizcilik açısından bakılırsa şöyle bir sıralama yapılabilir:

  • Yeryüzünün küresel olduğu genellikle kabul ediliyordu.  Ama çapı konusunda ‑Kolomb’un yolculuklarında görüldüğü gibi‑ çok büyük yanılgılar vardı.
  • Bilim ve düşünce açısından çığır açıcı fikirlerin bu çağda astronomi alanında gelişmesine karşın güneş merkezli ya da dünya merkezli sistemler, denizcileri pek ilgilendirmiyordu.
  • Gökyüzünde beş gezegen -Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn- biliniyordu.  Uranüs ve Neptün henüz gözlenmemişti.
  • Kuyrukluyıldız “düzen dışı” bir olgu olarak görülüyordu.  (Halley’i gözleyen Brahe bile eliptik yörüngeyi kabul etmekte zorlanmıştı)
  • Yıldız haritaları olarak, Kastilya kralı X. Alfonso’nun (Akıllı Alfonso – Alfonso el Sabio) (1221 – 1284)  1252’de yaptırdığı Alfonso Tabloları ve Regiomontanus’un (1436 – 1476) (10 yay derecesine varan hatalar içeren) gök haritaları kullanılıyordu.
  • 1473’de Abraham Zacuto adlı bir Musevi öğle güneşinin ufuk çizgisi ile yaptığı açıyı veren ilk ayrıntılı tabloyu hazırladı ve “Astrolobe için Cetvel” adlı bir kitapta yayınladı.  Bu kitap enlemin hesaplanmasında gelecek yüz yıl boyunca bütün Avrupalılar için temel oluşturdu.
  • Denizcilerin teleskop, dürbün, saat gibi araçları yoktu; pusula da yalnızca güneş ya da yıldızların gözlenemediği kısa süreler için kullanılabiliyordu.

 İlk keşifler için, İber yarımadasının gözü pek denizcilerinin, okyanusa uygun gemilerle; ama başkaca bir bilimsel ve teknolojik destekten yoksun olarak okyanusa açıldıklarını söyleyebiliriz.  Kısa bir süre sonra ise geliştirilen bilimsel ve teknolojik altyapı denizcikte çığır açtı ve dünya tarihinde ilk kez Avrupa, küresel egemenliğe doğru dev adımlarla ilerlemeğe başladı.

XVI. YÜZYIL SONRASINDA AVRUPA

Yazımın konusu gereği tarihsel çizgimizi 1550 - 1600 dolaylarında kesmemiz gerekiyor.  Ama yukarda değindiğimiz Avrupa’da denizciliğin gelişmesi ve keşifler çağının sonuçlarına kısaca değinilmesi yararlı olacaktır. 

Doğu sınırında Osmanlı, Batı’da Fransa ve içerde de reform yanlıları ile çarpışmak Kutsal Roma İmparatoru V. Karl’ı çok yıprattı.  İmparatorluğu yalnızca eski kıtada değil yeni topraklarda da olağanüstü büyümüştü.  1556’da Orta Avrupa bölgesini kardeşi Ferdinand’a, İspanya – Hollanda bölgesini de oğlu II. Philip’e paylaştırıp bir manastıra çekildi.
İspanya keşiflerle elde ettiği stratejik üstünlüğü, ekonomik bir öncülüğe çeviremedi.  Yenidünyalardan talan edilen altın ve gümüş, hanedan ve asillerin lüks tüketimine harcanmış, yarımadadaki ekonomi geliştirilememişti.  Yüzyılın sonlarına yaklaştığımızda İspanyol zenginleri için mal üreten İngiltere ve bunun ticaretini yapan Hollanda’nın çok daha zenginleştiğini görüyoruz.  Bu Protestan ülkeler yukarda belirtilen Papa’nın yeni bulunan toprakları paylaştıran fetvalarına da aldırmayıp ticareti güçlendirdiler[9].  İspanya kıralı II. Philip’in Katoliklik uğruna giriştiği amansız mücadelenin giderleri de ekonomiye büyük bir yük olarak eklendi.  Hollanda’daki Protestanlara karşı mücadele sertleşti, Osmanlı ile Akdeniz’de stratejik olarak İspanya açısından pek de anlamlı olmayan saldırgan bir politika izlendi (1571 İnebahtı), İngiltere’de Protestan Kraliçe Elizabeth, Katolik Mary Stuart’ı hapsedince ünlü Armada’yı oluşturup İngiltere’nin işgali macerasına girişti (1588) ve donanmasını yitirdi.  Sonuç olarak yüzyılın sonlarında İspanya ekonomik zorluklar içinde[10] gücünü yitirmeye başlamış bir ülkeydi.  Siglo de Oro – Altın yüzyıl sona ermişti!

Yarımadanın diğer ülkesi Portekiz de elde ettiği çok geniş toprakları denetimi altında tutacak güçten yoksundu.  1580’de kendisi de İspanya tarafından işgal edildi[11].  İspanya ve Portekiz’in Avrupa kıtasına açtığı yolda ilerlemek Avrupa’nın diğer ülkeleri tarafından gerçekleştirildi.  Özellikle İngiltere, Fransa ve Hollanda,  denizciliğin bilimsel ve teknolojik altyapısını geliştirmekte çok daha başarılı oldular. 
Almanya – Avusturya ise bu yarışta yer alamadı.  Kutsal Roma İmparatoru ve Papa Katolikliği egemen kılıp mezhep çatışmasına engel olamamıştı ve ülke 30 Yıl Savaşlarının (1618 – 1648) yıkımı ile boğuşmaya başladı[12].

İber yarımadasının gözü pek öncü denizcilerinin çaktığı kıvılcımın ardından dev adımlarla ilerleyen batı uygarlığının büyük devletleri geldi ve tarihte ilk kez bir uygarlığın küresel egemenliği kuruldu.  Artık Okyanuslar kıtaları ayıran engeller değil, egemenliğin uzak ülkelere yayılmasını sağlayan yollardı.




[1] Tarihlenmiş ilk profesyonel portolan Cenova’li Petrus Vesconte’nin 1311 tarihli portolanı.
[2] 1 league = 3 deniz mili
[3] J. E  D. Williams, “From Sails to Satellites”, Oxford University Press, Oxford, 1992. (s.42)
[4] Yeryüzü çapını 7900 yerine 6500 mil olarak öngördüler.  Kanarya adalarından sonra 300 Kuzey Enlemini izleyerek 6600 mil uzakta Cipango’ya (Japonya) varacaklarını düşündüler. Üstelik Toscanelli Cipango’ya 675 mil uzakta, okyanusun ortasına bir ada çizip Antilla adını verdi. (Ingiliz’lerin East Indies dedikleri adalara Fransız’lar bu nedenle Antil derler).
[5] Papa XIII Gregorius 1582’de bunu düzelttirip -günümüzde kullanılan- Gregorien takvimi uygulamaya koydu.  Bu gelişmenin hemen kabul edilmediğini, Protestan ve Ortodoks ülkelerin bir süre daha Papa’ya uymaktansa hatalı takvim kullanmaya devam ettiği, örneğin İngiltere’de hatanın ancak 1750’lerde düzeltildiği belirtilebilir.
[6] Huygens’in bu ilkeyi saatte kullanılır biçime getirmesi 1656,denizcilik açısından, özellikle boylam belirlemede yararlı olacak saatlerin İngiltere’de Harrison tarafından yapılması 1760.
[7] İngiletere’de 1660’da Royal Society’nin (tam adıyla Royal Society of London for the Promotion of Natural Knowledge); Fransa’da 1666’da Académie des Sciences’ın, 1667’de Observatoire de Paris’in ve 1675’de Greenwich gözlemevinin özellikle bu sorunu çözmek için kurulduğunu belirtebiliriz.
[8] Birkaç örnek vermek gerekirse:
  • Vannoccio Biringuçio’nun Pirotecnia (Venedik, 1540)
  • Niccolo Tartaglia’nın La Nova Scientia (Venedik 1558)
  • Luigi Callado’nun Practica Manual de Artiglierra (Venedik 1586)
  • Theodoro’nun kadırga yapımı hakkındaki raporu (1546)
  • Don Garcia de Toledo’nun gemi yapımı hakkındaki araştırması (Madrit, 1560)
  • Pedro de Medina’nın Regimento de Navegacion (Sevil 1563)
sıralanabilir.
[9] İngiltere’nin English Company of East Indies 1600’de, Hollanda’nın Vereinigde Ostindigsche Compagnie 1602’de kuruldu.  1669’da Hollanda’nın 15 000 - 16 000, İngiltere’nin 2 000 - 3000 ve Fransa’nın 500 - 600 teknesi Avrupa’nın ticaretini üstlenmişti.  (Grierson, “Commerce in the Dutch Ages”, Transactions of the Royal Historical Society, 1959)
[10] İspanya, daha 1575’de devlet borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmişti, Otuz Yıl Savaşları (1618 – 1648) tümüyle devleti iflasa sürükledi.
[11] Portekiz’in yeniden bağımsızlığına kavuşma mücadelesi 1648’e kadar sürdü.
[12] 1555 Ausburg Anlaşması “cutus regio, eius religio” (bölgede kim egemense onun dini kabul edilir) ilkesini getirmişti.  Feodal beylerin mezhep seçimleri sonucunda, kendi serfleriyle ve komşularla çatışmalar başladı.  1648 Westfalya anlaşması ise tebânın mezhep tercihi yönünde zorlanamayacağı ilkesini getirdi.