21 Ocak 2013 Pazartesi

AYDINLANMA DÖNEMİ - GENEL ÇERÇEVE

Bakır üzerine yapılmış bir gravürden başlayalım. Yapımcısı Polonya asıllı bir Alman sanatçı: Daniel Nickolaus Chodowiecki (1726-1801)*. Karanlık bir ormanın gölgesindeki yolda, bir yaya, bir atlı bir de atlı araba ilerliyor. Şato benzeri kuleli bir yapının ilerisinde tepe üzerinde bir yerleşim yeri var. Ufukta sıra dağların arkasından güneş doğuyor. Sisler dağılmak üzere. Gravürün adı “Aufklarung-Aydınlanma”. İşte aydınlanma döneminin isim babası, terimin kaynağı bu gravür *. Öyle bir dönem ki, Batı uygarlığının geçmişin karanlıklarından sıyrılıp akla, bilime, ümide doğru yaptığı yolculuğun en büyük adımı. 

Birçok düşünce döneminin kesin sınırlarla birbirinden ayrılamadığını biliriz. Bu saptama belki de en doğru örneğini aydınlanma döneminde buluyor. Kuşkusuz kendinden önce gelen bir dizi aydınlık düşünceye dayanıyor ve kendinden sonra gelen birçok aydınlık düşünceleye de kaynaklık ediyor. Ama düşünce sisteminin en yoğun olduğu çağın 18. Yüzyıl, ışığın odak noktasının da Fransa olduğunu söyleyebiliriz. Fransızca'da "Lumieres", İngilizce'de "Enlightment", Almanca'da "Aufklarung" sözcükleri bu çağı tanımlamakta kullanılıyor. 

Aydınlanma Öncesi 

18. Yüzyıl öncesinde aydınlanmanın ilk temellerinin atıldığını, adeta bir altyapı kurulduğunu görüyoruz. Avrupa toplumları bütünsel bir yapı değişikliğine doğru ilerliyordu. Orta çağın feodal yapısı çatırdıyordu. 15. Yüzyıldan beri yoğunlaşan köylü isyanları aristokratların yönetimindeki kırsal bölgelerde düzeni bozmuştu. Başkaldıran köylüler kentlere sığınmaya, gelecekteki işçi sınıfının çekirdeğini oluşturmaya başlamıştı. Kentlerde de çok önemli gelişmeler vardı. Bir yandan 16. Yüzyılda Yeni Dünyaların talan edilmesiyle Avrupa’ya akan zenginlik, diğer yandan merkezi hükumetlerin uyguladığı korumacı, merkantilist, politikalar kentlerde ticaret ve üretim ile uğraşan kent-soylu (burjuva) sınıfta sermaye birikimi sağlamıştı. 

Orta çağın karanlığından 15 ve 16. Yüzyıllarda Rönesans - Yeniden Doğuş ve Reform dönemlerinde özellikle insana verilen önemin arttığını hümanist bir çağın başladığını biliyoruz. Giovanni Boccacio (13313-1365), Montaigne (1533-1592) den sonra Shakespeare (1564-1616) insanoğlunun tüm temel güdülerini, duygularını, iyi-kötü yanlarını sergiliyordu. Yeniden Doğuş patlamasının ardından Barok * geldi. Yeniden Doğuş'un sade ve uyumlu sanatı karşısında uyumsuzluklar, kıvrımlar, eğriler başladı. Altın kaplamalı tombul küçük aşk meleklerinin yaptıkları yaramazlıklarla kiliseler şenlendi. 

Bilim açısından bakıldığında pusula, top ve matbaanın öncülüğünü hatırlamalıyız. Copernicus (1453-1543), Giordano Bruno, Kepler (1571-630), Galileo (1564-1642), doğayı anlamak için İncil'e veya kilise büyüklerinin söylediklerine değil doğaya bakmaya başlıyorlar. Francis Bacon (1561-1626) bilimsel yöntemi formüle ediyor. Bu dönemin bilim adına, hümanizm adına birçok acıyı içerdiğini de unutmamalıyız. Bruno’nun Roma’da 1600’de yakılışı, Galileo’nun yargılanışı, Copernicus’un adeta anlaşılmamak için üstü kapalı yazıları bu öncülerin neler çektiğini bize hatırlatır. Sir Isaac Newton (1642-1727) bugün fizik dendiğinde akla gelen temel kavramları sunuyor ve böylece oluşan çekim merkezinde, düşünce alanında La Mettrie’nin “L’homme Machine” indeki mekanikçilik, Laplace’ın gerekirciliği gelişiyor. René Descartes’in (1596 -1650) “cogito, ergo sum - düşünüyorum, öğleyse varım” diyerek “inanç - credo” yerine “düşünce - cogito”yu öne aldığını; Spinoza’nın (1632-1677) İncile eleştirel yaklaşımlar yapacak kadar ileri gittiğini biliyoruz. Özellikle Fransız Descartes (1596-1650), Hollandalı Spinoza ve Alman Leibniz’in usçuluğun-akılcılığın temellerini attıklarını söyleyebiliriz. Kıta Avrupasında bu gelişmelerin paralelinde İngiltere’de John Locke (1632-1704)* , George Berkeley (1685-1753) * ve David Hume (1711-1776) öncülüğünde deneyimcilik (empricisizm) kuruluyor.

Hiç kuşkusuz politik açıdan aydınlanmanın temeli İngiltere'de atılmıştı. Yüzyıllardan beri merkezi otoriteye karşı güçlü bir mücadele yürütülen İngiltere'de özellikle 1688 devrimi ile Kralın yetkileri sınırlanmış, vergi toplama, askere alma gibi konular parlamento denetimine geçmiş, temel insan hak ve özgürlükleri güvence altına alınmıştı.

İşte aydınlanma dönemi öncesinde
• Sınıfsal alanda aristokratların zayıflaması ve kent-soyluların güçlenmesi, işçi sınıfının ilk belirtilerinin oluşması, • Ekonomide sermaye birikiminin oluşması ve korumacı uygulamaların tıkanması,
• Sanat alanında insancı yaklaşım,
• Bilim alanında gözlemci ve bilimsel yöntem,
• Düşünce alanında dogma karşıtı usçu yaklaşım,
• Politika alanında insan hak ve özgürlüklerinin önem kazanması aydınlanmanın temellerini oluşturmuş ve kısacası karanlığa öldürücü darbenin 18. Yüzyılda vurulması için gerekli hazırlıklar tamamlanmıştı.

Aydınlanma Dönemi

Coğrafya açısından bakıldığında Kuzey İtalya’da yanan Yeniden Doğuş kıvılcımının, aydınlanma döneminde sırasıyla İngiltere (Francis Bacon, Hume, Locke), Fransa (Voltaire, Diderot), Almanya (Kant) ile bütün Avrupa’ya büyük bir ateş halinde yayıldığını söylemek gerekir.

 Batı'da İspanya, Portekiz ve Hollanda'nın deniz imparatorlukları sönmeye başlamıştı; Doğu'da Osmanlı duraklama dönemine girmişti. Kuzeyde İsveç, Polonya ve Rusya arasında etki genişletme yarışı sürüyordu. Kıt'anın Batısında Fransa, İngiltere ile büyük bir çekişme içinde ama ön plandaydı ve adeta tüm Avrupa uluslarının koalisyonuna karşı mücadele içindeydi. Fransa-İngiltere yarışması yalnızca Avrupa kıt'asında değil uzak doğu ve kuzey Amerika'da da sürüyordu. Avusturya Osmanlı'nın 1683 Viyana kuşatmasından beri Güney-Doğuya doğru ilerliyordu. 18. Yüzyıl birçok devletin en büyük hızla geliştiği, hükümdarların tarihe "büyük" unvanı ile geçtiği çağdır. Bu çağ Fransa'da XIV, XV (1725-1774) ve XVI (1774-1792) Lui'lerin, Avusturya'da Marie Theresa'nın (1740-1780), Prusya'da Büyük Frederick'in (1740-1786), Rusya'da Büyük Petro ile (1689-1725), Büyük Katerina'nın (1762-1796) çağıdır.

Özellikle çağın uygarlığına egemen olmak açısından 18. Yüzyıl bir “Fransız” yüzyılıdır. Ama kökleri İngiltere'deki özgür düşünce ortamında olan ve zaman içinde Prusya'ya doğru gelişen bir aydınlanma yüzyılı. Aydınlanmanın deneyimci dalı Montesquieu , Voltaire * ve Rousseau’nun yaşamlarının önemli bir bölümünde İngiltere’de yaşayarak oradaki bilimsel ve özgürlükçü havadan yararlanmaları kuşkusuz bir rastlantı değildi.

Biraz basite indirgeme pahasına da olsa aydınlanmanın temel özelliklerini Gaarder yedi noktada sıralıyor* :
1. Usçuluk
2. Otoriteye karşı çıkış
3. Aydınlanma düşüncesi
4. Kültür iyimserliği
5. İnsan hakları
6. Hristiyanlığın insancıllaştırılması
7. Doğaya dönüş

Bu kavramların hiçbirinin günümüzde bize yabancı gelmediğini, üstelik kavramların bütünselliği nedeni ile soyutlanıp teker teker tartışılamayacağını da biliyorum. Yalnızca birkaç nokta ile bu ana ilkelerin nasıl şekillendiğine değinmek istiyorum. 

Sanırım otoriteye karşı çıkışın en belirgin örneğini Voltaire veriyor. Usçuluğun en belirgin anlatımını Kant sunuyor. Montesquieu, politikadaki "güçlerin ayrılığı" ilkesini formüle ediyor*. Goethe, insan aklının doruklarındaki bir gezintiyi sanatsal boyutu içinde sunuyor. Rousseau, doğaya dönüşün ve insanlar arasındaki eşitliğin –kimi zaman aşırıya gittiği düşünülse de- önemli savunucusu. Müzik alanında Bach, Haendel, Vivaldi, Rameau, Haydn, Mozart ve Gluck'un yarattığı bu yüzyılın nasıl bir benzeri olabilir? Çağın tüm atmosferi bilginin zaferine tam bir inanç, ümit iyimserlik ile doymuş. "İnsanlık tarihinin en iyi ve en ümitli dönemlerinden biri" olarak niteleniyor.

Konunun usçuluk yönünü her halde Kant en iyi anlatır. "Erginliğe ulaşamamışlık insanın kendi usunu kullanmamasıdır ve insanoğlunun kendi kusurudur. Aydınlanma da insanın başkasının yönetimine ihtiyaç duymaması, kendi usunu kullanarak bu erginliğe ulaşamamışlık durumundan kurtulmasıdır" * diyor büyük düşünür. “Usunu kullanmaya cesaret et-Sapere Aude!”, aydınlanmanın bu ünlü sloganını da ona borçluyuz.

Aydınlanma kavramı birçok kez kitlelerin aydınlanması anlamında kullanılıyor *. Çünkü her ne kadar matbaa 1455'de çalışmaya başladı * ve Orta çağda manastırlar yapısı içinde okullaşma sağlandı ise de aydınlanma'ya kadar eğitim, özel görevlilerin ve seçkinlerin tekelindeydi. Bu dönemde bütün toplum kesimlerinin eğitim hakkı olduğu gündeme geldi. "Çağın bütün bilgilerini toplayıp kitlelere yaymayı" hedefleyen 35 ciltlik bir ansiklopedi basımı en tipik aydınlanma çağı etkinliğidir *. Fransa'da Diderot (1713-1784) ve D'Alembert'in (1717-1783), 1751-1780 arasında bastığı "Encylopédie, ou Dictionnaire des Sciences, des Arts et des Métiers" adlı bu yapıt, ansiklopedilerin en ünlüsüdür. Bu çağda bir dizi genel bilgi verme yapıtı olduğunu, örneğin Zedler'in de Leipzig'de 1732-1750 arasında "Universal Lexicon"u yayınladığını *; Chambers'in "Cyclopedia; or an Universal Dictionery of Arts and Science"ın 1728'de Londra'da basıldığını belirtelim *. Fakat Diderot - D'Alembert'in "Encylopédie"si sadece bir başvuru kitabı olarak temel bilgileri vermek için değil kamuoyuna yön vermek, onu şekillendirmek için, kilise baskısının ve var olan politik düzenin düşmanı olan bir yapıt olarak hazırlandı.

Aydınlanma döneminin başta Voltaire olmak üzere birçok düşünürü salt felsefe kitapları yazmak yerine düşüncelerini öyküler, tiyatro yapıtları, şiirler romanlarla okuyucularına iletmiştir. Bilindiği gibi "Roman" yapısında hazırlanan edebiyat eserleri de kitle eğitimine önemli katkıda bulunan, düşünce dünyasını yakından etkileyen yapıtlar olarak gelişmiştir. Daniel Defoe'nun "Robinson Crusoe" (1719), Swift'in "Güliver'in Yolculukları "(1726), Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" (1774) 18. Yüzyılın önde gelen romanları olarak tarihe geçmiştir.

Adam Smith'in, "Ulusların Zenginliği - The Wealth of Nations" (1776) adlı yapıtı politik ekonominin temel kitabı olmuştur. İskoç aydınlanmasının bu büyük önderi bugün anladığımız anlamda ekonomi akademik disiplininin öncüsüdür. Smith, kişisel çıkara akılcı biçimde biçimde yönelinmesi ve rekabet ortamının oluşturulmasının ekonomik refah sağlayacağını savundu. Ünlü terimiyle “görünmez el” dengeleri oluşturacaktı. Bu terim sanırım “klasik ekonomi” dediğimiz görüşü en iyi belirleyen terim olarak nitelenebilir. Adam Smith’in ardından gelen ekonomistler, özellikle Jean-Baptiste Say (1767 –1832) David Ricardo (1772 – 1823) Thomas Robert Malthus (1766 –1834) ve John Stuart Mill (1806 –1873) ile klasik ekonominin tüm boyutlarının belirginleştiğini ve kapitalizmin korumacı, merkantilist  döneminin sona erdiğini görüyoruz. Artık “bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler, laissez-faire; laissez-passe *” sloganıyla emperyalizme giden yol açılmıştı. Özellikle İngiltere'nin “üzerinde güneş batmayan” emperyalist bir imparatorluk olması sağlandı.

Günümüzde bile gündemden düşmeyen "İnsan Hakları" konusunda da ilk sistematik ilkeler bu çağda geliştirildi. Bu konuda yazılanlar ciltler oluşturmuş, başta Voltaire olmak üzere bu uğurda kavga veren birçok düşünür ömrünü sürgünlerde veya hapishanelerde geçirmiş; ama yüzyılın başında İngiltere'de yakılan kıvılcım yeryüzüne yayılmıştır. İnsan hakları konusunda dünyamızın politik tarihini en derinden etkileyen iki büyük olayı: Fransız Devrimini ve Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluşunu anmadan geçmemeliyiz. 1789 Fransız ihtilal meclisinde kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi-Déclaration des droits de l’homme et du citoyen” ve ABD’nin “Bağımsızlık Bildirgesi-Declaration of Independence” günümüzde yüzyıllar sonrasında önemini ve güncelliğini koruyan başvuru belgeleridir.

Ahlak-erdem-doğa ilişkisi bu yüzyılda çok incelenen bir konu olmuştur. Shaftesbury (3. Earl of Shaftesbury Antony Ashley Cooper, 1671-1713)* “mutluluk erdemli olmaktır” derken, Bernard de Mandeville (1670-1733) insanlar arasında olumlu bir yarışı, onurlu olmak için verilen uğraşı övüyor ve “erdem kendimizi başkalarından üstün tutmaktır” diyor* . Julien de la Mettrie (1709-1751) ise bu konudaki senteze ulaşıyor “Mademki toplumun iyiliğini kendi iyiliğimizden üstün tutuyoruz bunun adına erdem diyebiliriz. Toplumun iyiliğinin altını kazıyınca kendi iyiliğimiz çıksa bile bu erdemdir” *.

Avrupa toplumu güncel yaşamın kuralları ile din dogmaları arasındaki hesaplaşma 18. Yüzyıldan çok önce başlamıştı. 10-11. Yüzyıllarda özellikle kilisenin sapkın (heretic) olarak nitelediği akımlara karşı kurulan engizisyon, Reformdan sonra yükselen Karşı-Reform dalgası içinde Protestanlık, Musevilik ve Müslümanlık için de işletilmeye başlamıştı. Müslümanların İspanya'da yenilmesinin ardından 1478'de İspanyol Engizisyonu kurulup özellikle Musevi ve Müslümanlarla mücadeleye girişti. Roma Engizisyonu da özellikle Protestanlık ile mücadele etmek amacıyla 1542'de kuruldu* . Yukarıda değindiğimiz gibi 17. Yüzyılda bu gelişmeler karşısında aydınların ve düşünürlerin tepkisi filizlendi; 18. Yüzyılda ise bu mücadele tabana yayıldı. Bu noktada aydınlanma ile kitlelerin dine karşı tutumlarını belirlendiğini, Hristiyanlığın yorumu konusunda Locke’un “Vahiy akıl ile değerlendirilmelidir” dediğini hatırlatmak istiyorum *. Bernard Fontenelle, Pierre Bayle gibi bazı aydınlanma çağı düşünürlerinin din kurumuna çok eleştirel yaklaştıklarını biliyoruz * . Ama önde gelen birçok aydınlanma düşünürü, örneğin bunların en saldırganlarından biri Voltaire “Tanrı olmasaydı onu icat etmek gerekirdi” * diyecek kadar da açık sözlü idi. Sanırım "Hristiyanlığın insancıllaştırılması" olarak andığımız bu kavramın en güzel örnekleri Voltaire'in “L'Ingenu” ve “Candide” adlı yapıtlarında gözlenir. Örneğin L'Ingénu'de bir Amerikan yerlisi samimi bir duygusallık içinde Hristiyan inancını benimser. Kilisede "Günah Çıkartma" kavramının kaynağının İncil'deki "birbirinize günahlarınızı itiraf edin" ifadesi olduğunu öğrenir. Kendisi günah çıkarttıktan sonra Rahibe "şimdi de sıra sende, kutsal kitap birbirinize diyor, şimdi de sen günahlarını anlat" demekten çekinmez. Yine çok samimi ve saf bir felsefe öğrencisi olarak canlandırılan Candide, Westfalya şatolarında, Portekiz Engizisyonundan, Paraguay çay plantasyonlarında geçen bir dizi maceranın ardından Türkiye'ye gelir ve kitap, o güne dek işe yaramaz bir dizi düşünsel tartışma yapan hocasına söylediği "Bunlar güzel sözler. Ama bahçemizde bir şeyler yetiştirmek gerek" sözleri ile biter *.

Aydınlanma düşüncesinin bazı kavramlara karşı olduğuna değinmiştik. Kendimize "Peki aydınlanma düşüncesi neyin yanında idi?" diye sorarsak "ustan, özgür düşünceden ve bilimden yanaydı" yanıtını verebiliriz. Çağ açan Newton'un yanında Lagrange, Laplace, Lavoiser, Galvani, Franklin gelişen bilimsel yaklaşımın uygulanması alanında ilk akla gelen isimler. Özellikle bir sonraki yüzyılda dünyanın düzenini alt - üst edecek buhar makinesi uygulamasının da James Watt tarafından 1769-1782 arasında geliştirildiğini anımsamalıyız.

Bu çağ insanların belki de çok iyimser olabildikleri, bütün sorunları çözebileceklerini düşündükleri son çağ! Newton'un fizik kanunlarını bulup matematiksel eşitliklerle ifade ettiği gibi toplumsal gelişme formüllerin, insan mutluluğunun de formülünün bulunacağına inanılıyor. Sonradan gözlenen gelişmelerin olumsuzluğu ise hayal kırıklığı yaratıyor *Bu çağ belki de insanoğlunun tüm bilgiyi kavrayabileceğine inandığı son çağ!  Öyle ki Thomas Jefferson mimarlık denemeleri yapıyor,  Immanuel Kant fizik tezleri yazıyor, Rousseau kimya çalışıyor, büyük Fredrick flüt sonatları besteliyor.

Aydınlanma'dan Sonra 

Çalışmamızın başında düşünsel çağların birbirinden pek de kolay ayrılamadığına değinmiştim. Aydınlanma sonrası için de geçerli bu gözlem. Aydınlanma çağı Batı düşünce tarihinde öyle bir temel nokta ki, Russel modern Felsefe'yi Rousseau öncesi ve sonrası diye iki bölümde inceliyor *.

Pekiyi 18. Yüzyıla aydınlanma çağı dersek 19. Yüzyıla ne diyeceğiz?
• Nasıl John Locke (1632-1704) 18. Yüzyılın başında 4 yıl yaşamış ama tüm yüzyıla ışık veren adımları atmış ise Immanuel Kant da (1724-1804) 19. Yüzyılda yalnızca 4 yıl yaşamış ama bu yüzyılın usçuluğunun temelini oluşturmuştur *. Öyleyse 19. Yüzyıla "Us Çağı" mı diyelim?
• Yoksa 20. Yüzyılda uygulamaya geçip düzeni alt-üst eden tüm ideolojik akımların temelini oluşturduğu için 19. Yüzyıla "İdeoloji Çağı" mı diyelim? * Yukarıda değindiğimiz gibi 18. Yüzyılda tanımlanan klasik ekonomi, kapitalizmin bu önemli aşaması ve kent-soylu sınıfının gelişimi 19. Yüzyılda önemli fikir ayrılıklarına yol açacak; Marx- Engels’den Mill’e, Hegel’den Nietsche’ye, Comte’dan Kierkegard’a uzanan bir yelpazede ideolojiler çarpışmaya başlayacaktır.
• Belki de Toffler'ın "ikinci dalga"sını düşünüp 19. Yüzyıla tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi vurgulayarak "Sanayi Devrimi Çağı" diyebiliriz. Sanırım çalışma alanımıza bağlı olarak bunların hepsinin doğru olduğunu söylemeliyiz.

Bu üç tanımlama aydınlanmanın düşünce, toplumsal düzen ve teknoloji olarak insanoğlunun önüne yeni ufuklar açtığına ilişkin kanıtlar oluşturuyor. Burada çerçevesini özetlemeye çalıştığım aydınlanmanın farklı boyutlarını ayrı ayrı ele almaya çalışacağım.