2 Mayıs 2013 Perşembe

FRANSIZ TEĞMENİN KADINI




Daha önce de ODTÜ Mezunlar Derneği Edebiyat Kulübünde ele aldığımız kitaplar hakkındaki notlarımı bu blogda yazmıştım. 29 Nisan 2013 akşamı John Fowles’in “Fransız Teğmenin Kadını” [1] kitabını tartıştık. Bugün de bu kitap üzerinde bir şeyler yazmak istiyorum. Kitap iki kez Türkçeye çevrilmiş.1972’de Nihal Yeğinobalı çevirisini Altın Kitaplar “Bir Başka Kadın” adıyla basmış. 2003’de Aslı Biçen çevirisini Ayrıntı Yayınları “Fransız Teğmenin Kadını” adıyla basmış.

Niye yalan söyleyeyim romanın ilk birkaç bölümünde biraz koktum. Kitabın İngilizce metnini okuyordum ve –dediğim gibi ilk birkaç bölümde- ağır bir dille yazılmış düşük tempolu alışılagelmiş bir aşk romanı izlenimi aldım. Oysa 1970-80’lerde dünyayı sarsan bu romanın ve 1981’de Karel Reisz’in çektiği filmde Meryl Streep’in oyununun övgüsünü çok duymuştum. Ayrıca  Fowles’dan da varoluşçu felsefe ile yoğrulmuş yorumlar bekliyordum. İlk sayfaları aşınca ise beklediğimden fazlasını buldum. Diline alıştım. Yalnızca yapısı güçlü ve sürükleyici bir romanın ötesinde kendimi 1800’lerin ikinci yarısında İngiltere’de yaşarken buldum. Üstelik yazar mizahi bir üslupla 1960’lardan Kraliçe Victoria İngiltere’sine bakıyordu.

Romanın öyküsü oldukça bilinen bir konu: İki kadın arasında seçim yapmak zorunda kalan bir erkek. Nişanlısı ile evlenerek toplunum onayladığı yolda ilerleyebilir. Oysa gönlü toplumsal düzeyine hiç de uygun olmayan gizemli bir başka kadında. Dediğim gibi bu iki cümlelik özet oldukça bilindik bir konu gibi görülüyor. Oysa karakterler o denli güzel işlenmiş, romanın geçtiği Kraliçe Victoria dönemi İngiltere’si o denli güzel aktarılmış ki günümüzde klasikler arasına giren büyüleyici bir roman çıkmış ortaya. Konu üzerinde durmadan karakterleri ele alalım.

Karakterler

Edebiyat Kulübünün toplantısında romanın ana karakterinin Charles mi yoksa Sarah mı olduğu çok tartışıldı. Roman Charles’a yakın biçimde anlatılıyor; ama gerçek gizem de Sarah’ta. Yine de biz Charles’dan başlayalım: Charles Smithson tipik bir centilmen, Cambridge eğitimli bir asilzade.  Belki Kafka romanlarındaki kadar bunalım içinde değil ama ait olduğu dönemin ve sınıfın bütün çelişkilerini yaşıyor. Bilimin önemini kavramış, paleontolojiye gönül vermiş, Darwin savunucusu bir aydın (s. 50). Sınıfından bekleneceği gibi paleontoloji çalışmalarını büyük bir tutkuyla ama zevk için yürüten bir amatör (s. 297). (Herhalde Fowles’un çökmekte olan bir sınıfın temsilcisini fosillere tutkun yapması bir rastlantı değil!)

Roman boyunca Charles’ın ve ailesinin mali durumunun giderek kötüleştiğini görüyoruz. Bu kuşkusuz yaşadığı çağda aristokrasinin zayıflamasını yansıtıyor. Bu “kötüleşme” romanın ana çizgilerinden birini oluşturmakla birlikte henüz deyim yerinde ise “kuyruğu dik tutabiliyorlar”. 32 yaşındaki bu bekar ve yalnız adam Belgravia’daki yirmi odalı (s. 265) büyük evi boşaltıp Londra Kensington’daki mütevazı (!) evinde uşağı, aşçısı ve iki hizmetçisi ile yaşıyor (s.16). Uşaksız bir yaşamı hayal edemiyor (s. 44). Bugün anlamakta zorluk çektiğimiz biçimde mesleği olmadan, gelir getirici hiçbir işte çalışmadan yaşıyor ve gönlünün çektiği biçimde Avrupa’da yolculuklar yapıyor. Bir-iki makale yazdıysa da yolculuk izlenimlerini kitap haline getirmesi önerisini küçültücü ve çok yoğun bir iş buluyor (s.16). Fowles da Charles’in en ayırt edici özelliğinin tembellik olduğunu belirtiyor ve ekiyor “çoğu çağdaşı gibi” (s.17).

Bu söylediklerimden Charles’in romanda olumsuz bir karakter olarak çizildiği izlenimi çıkmasın. Bence bu karakter çok gerçekçi biçimde çizilmiş ve sınıfının çelişkisini çok güzel yansıtıyor. Bir kere çok dürüst. Cambridge’li arkadaşlarının şımarıklıklarına karşı tutumu, iki yerde gördüğümüz çocuk sevgisi, uşağına veya Londra’daki fahişeye yönelik insanca davranışları yüreğindeki bu iyi yönü vurguluyor. Paleontoloji’ye ilgisi de çok samimi. Dini dogmalara karşı çıkıyor. “Varoluştan çıkarabildiği birazcık tanrı kavramını da İncil’de değil Doğada buldu” (s.16).İngiliz Hristiyanlığını “bağnaz” buluyor (s. 130). Herkesin “trajedi” olarak andığı “Lekeli” bir kadına duyduğu yakınlık veya “Madame Bovary” romanını Fransa’da on yıl önce okumuş olması (s. 120) ahlak konusunda çağının oldukça ilerisinde olduğunu gösteriyor. “Demokrat” olarak niteleyebileceğimiz bir tutumu var. Amcasının muhafazakarları desteklemesine karşın Charles –adeta sınıfının çıkarlarını göz ardı ederek- Anayasal Monarşiyi savunanlardan yana (s.17). Amerika’da –özellikle Boston’daki- özgürlük ortamını benimsiyor ve kendisine paralel düşünen bir çevre buluyor. “Amerika deneyimi … özgürlüğe olan inancını tazeledi”(s. 438). Ama diğer yandan sınıfının ön yargıları da çok belirgin. Gerçekleşmeyen gelecekteki kayın pederi Mr. Freeman’ın ticari işlerine ortak olması yönündeki çağrısını büyük bir hakaret olarak görüyor. “O bir centilmendir ve centilmenler ticaret yapamaz” (s. 290). Bu iş teklifini “karısının drahomasını kazanmak” amaçlı olarak niteler (s. 291).

Bu “hiçbir şey olmama” kararı bence varoluşçu bir seçim: “Birden hiçliğinde ilginç bir kendine saygı duydu. Hiçbir şey olmayı seçmişti. Bir kıymıktan başka bir şeye sahip olmamak bir centilmenin son yüceliği, son özgürlüğüydü” (s. 297). Kuşkusuz bu özgür olduğunu bilincine varılması bir “terör durumudur” (s. 344).Charles’ın izleyen bölümlerdeki sıkıntı ve bunalımını da sanırım varoluşçu bir seçim sorumluluk yükü olarak görmeliyiz: “En büyük düşmanı sıkıntıydı” (s. 432).“Hemen hemen Avrupa’nın her kenti onu gördü. Piramitler onu gördü, Kutsal Topraklar da… fakat kendileri görünmeden; bunlar hiçlikle, nihai boşlukla, tam bir amaçsızlıkla arasındaki ince bir duvardan başka bir şey değildi”(s. 428) .

Sarah Woodruff ise romanın en tartışmalı karakteri. Her halde okuyucuyu en çok düşündüren –ve roman ilerledikçe kendisi hakkındaki yorumlar en fazla değişen- roman karakteri Sarah. Romandaki diğer kadınlara göre daha iyi bir eğitim almış belki çok güzel değil ama 30 yaşında etkileyici bir kadın. İlk karşımıza çıktığında günahının altında ezilen ve bu nedenle kendini cezalandıran melankolik, terk edilmiş mahzun bir kadın. Zamanla mücadeleci kişiliği belirginleşiyor. “Başkalarının anlayamadığı bir özgürlüğe sahip olduğumu düşünüyorum. Hiçbir aşağılama, hiçbir suçlama bana dokunamıyor” (s. 176). Belki de onu değişik ve çekici kılan bu bağımsızlık tutkusu: “Ne isem o olmak istiyorum. Ne kadar nazik, hoşgörülü olursa olsun bir kocanın karısından bekleyeceği gibi değil” (s. 453).

Roman boyunca Charles’la birlikte okuyucu da bu gizemli kişiliği çözmeye çalışıyor. Bu aramada anlatıcı devreye girerek Sarah hakkında “masumluk-klinik dehşet” arasındaki ikilemde seçim yapmaya çalışan Charles’ın durumunun –biz okuyuculardan- çok daha acı olduğunu belirtiyor: “Hegel’e rağmen Victoria dönemi insanları diyalektik biçimde düşünmezlerdi. Bir bütünün doğal zıtlıklarının; artı ve eksilerinin doğallığını kabul etmezlerdi. Çelişkiler onları rahatlatmaz rahatsız ederdi. Varoluşçu anlardan değil, neden sonuç zincirleri, her şeyi açıklayan dikkatlice geliştirilmiş ve hassaslıkla uygulanan pozitif kuramlardan yanaydılar”. Ama burada Fowles çağımıza da takılmadan edemiyor: “Onlar kuşkusuz, yapmakla meşguldü. Biz o kadar uzun zamandır yıkmakla meşgulüz ki yapmak bize baloncuk üflemek gibi kısa süreli bir etkinlik gibi geliyor”(s. 250).
 
Miss Ernestina Freeman, Charles’ın nişanlısı ve romanın “güzel” kızı. Birçok kişi oldukça “sığ” bir kişiliği olduğunda görüş birliği içinde. Şiirler okuyor (s.113), günlüğüne romantik satırlar yazıyor, el işi yapıyor. Tek gelişmiş yönü zevk anlayışı. Bildiği de kıyafetlere ve mobilyalara büyük paralar harcamak (s. 192). Bu özellikleriyle lüks seven tipik bir “zengin” kızı olarak karşımıza çıkıyor. Ama bir başka boyutunu da belirtmeliyiz. Aynı zamanda bir “bujuva iş adamının” kızıdır, feodal bir asil kızı değil. Gereğinden büyük bir malikane istemez. Bu tür evleri yöneten kadınların bir “general” karakterine büründüğünü gözlemiştir. Erenestina’nın ise askeri bir isteği yoktur. “On beş oda yeterliyken otuz oda bir deliliktir” (s. 255). Ernestina’nın Charles’ı sevdiği kesin. Ama onunla evlenmek istemesinin bir boyutu da evlilikle gelecek asalet unvanı. Bu noktada Fowles’un kentsoylulara yönelik acı bir eleştirisi gündeme geliyor: “… sınıfının sürekli yanlışının, kendine güvensizliğinin kurbanı oluyor. Sınıf sisteminin başarısızlıklarını, bu sistemin tümüyle kalkması için neden olarak görmek yerine, daha yüksek sınıfa atlama isteğinin gerekçesi olarak gördü” (s. 255).

İşte kendi yaşam yolu konusunda Charles’ın önündeki seçenekler bu iki kadın – iki yaşam arasındadır. Birinci seçenek nişanlısıyla evlenip “normal” bir yaşam sürmektir. İkinci seçenek ise gizemli Sarah’ın peşinden koşmaktır. Charles kilisede kendi iç sesiyle hesaplaşırken –veya Tanrı ile konuşurken- varoluşçu seçimin bütün ağırlığını duyar: “Seçimini biliyorsun. Devrinin görev, şeref, kendine saygı adını verdiği hapishanede kalabilirsin ve rahatça güvende olursun. Veya çarmıhta özgür olursun. Yol arkadaşların dikenler, taşlar, herkesin sırtını sana dönmesi, nefret ve kentlerin sessizliği olur” (s. 365).

Ernestina’nın babası Mr. Freeman gelişen kapitalist sınıfın başarılı bir örneği. Zengin bir tüccar. İnsanların “maymundan geldiği fikrine” şiddetle karşı çıksa da gelişimin yarışma ile sağlandığı görüşü işine gelir ve toplumsal geleceğin iş dünyasında olduğuna inanır: “Bu evrim kuramının amacı ne demiştin? Türler hayatta kalmak için değişmelidir. Çevredeki değişime uyum sağlamalıdır” (s. 290).

Yukarıda aristokrasinin zayıfladığına değinmiştim. Kuşkusuz gelişen sınıf burjuvaziydi. kuşkusuz onun içinde de amansız bir yarış vardı. 1850-1870 arası İngiliz ekonomisinde büyük bir değişim yaşandı. Vurgu fabrikadan dükkana, üreticiden tüketiciye kaydı (s. 284). Bu ortam da perde ve döşemelik satışı yapan becerikli iş adamı Mr. Freeman’ın işlerinin gelişmesi için çok uygun bir ortam oluşturdu. Bu tipik kentsoylu doğal olarak asiller hakkında hiç de iyi düşünmüyor: “ince davranışlar, ödenmeyen faturalar” (s. 386). “Temel ilkeleri, sırasıyla, Kâr ve İçtenlik

Charles’ın uşağı Sam ise sınıf atlama arzusunun simgesi. Küçük bir perdeci dükkanı açmak amacıyla kendi değimiyle “kartları doğru oynuyor” (s. 423). Giyimine ve tavırlarına çok özen göstermek, Charle’ın kibar tavırlarını taklit ederek hanımların dikkatlerini çekmek gibi masum adımlarla başlayan serüveninin düzenbazlığa uzandığını görüyoruz. Kartları doğru oynamak kapsamında mektup zarlarını açıp içeriğini okumak, kendi çıkarları için sakıncalı bulduğu mesajları göndermemek, yalan, düzenbazlık da var. Romanda amacına tam olarak ulaşıp iş adamı olamadı ise de bir aristokratın uşağı olmaktan kurtulup, bir tüccarın çalışanı olmayı başarabiliyor.  Sam’in kıssasından hisse: Kapitalist olmak o kadar da kolay değil, kapital gerekiyor!

Lyme Regis’in doktoru Dr. Grogan ilginç bir roman karakteri olarak çizilmiş. Bir yandan Charles gibi bilimden yana bir tutum benimseyen, Darwinci doktor son derece güvenilir bir karakter çiziyor. Diğer yandan Sarah hakkında yaptığı ruhbilimsel değerlendirmeler çok olumsuz. Bu da romanın son sayfalarına dek Charles’ın ve okuyucunun kafasını karıştıran soru işaretleri ekiyor.

Yukarıda Charles’ın "demokrat", bilim adamı gibi boyutlarına değinmiş ve tipik bir aristokrat olmadığını belirtmiştim. Cambridge’den arkadaşı Sir Thomas Burgh ise Fowles’in iğneli diliyle tipik bir aristokrat olarak tanımlanıyor. “Ataları çok eski çağlardan beri avcılık, atıcılık yapmış, içmiş ve fahişe kovalamıştı. O da uygun bir gelenek duygusu içinde bunları yapıyordu” (s. 301). Charles kulübünün seçkin atmosferi içinde bu eski arkadaşıyla karşılaşıyor. Aristokrasi 19. Yüzyılın ortasında çöküyor; ama bir yandan da kapalı çevresinde ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. Örneğin bu kulübe Mr. Freeman gibi “ticaretle yakın ilişkisi olanların” girmesi söz konusu değil (s. 302).

Romanda bir dizi karakter daha var. Bunlara dönemi yansıtmak için prototip kişilikler olarak görüyorum. Örneğin dinsel dogmatizmin ve bağnazlığın prototipi Mrs. Poulteney, kötü ve gammaz Mrs. Fairey, iyi kalpli teyze Tranter, güzel ve sevimli hizmetçi Mary.

Victoria Dönemi

Roman bu karakterlerin nitelikleri, Lyme Regis gibi sahil kentlerinde, Marborough House, Winsyatt Gladstone malikâneler ve Londra, Exeter gibi şehirlerde geçen dokusu ile bence tam bir “dönem romanı”. “Bence” diyorum çünkü Edebiyat Kulübümüzde dönem romanlarının o dönem içinde yazılması gerektiğini savunan bu nedenle 1960’larda yazılmış ve 1860’ları anlatan bir romanın “Victoria dönemi” romanı olamayacağını vurgulayan edebiyat severler de var. Bence Fransız Teğmenin Kadını okuyucusuna Victoria dönemini yaşatan bir roman ve bu nedenle en azından- okuyucu açısından bir “dönem romanı”. Üstelik bu dönem romanın arka planını oluşturmakla kalmıyor; adeta özgün bir karakter gibi bütün boyutlarıyla işlenmiş.

Tarihçiler 17. Yüzyıla “İspanyol yüzyılı”, 18. Yüzyıla “Fransız yüzyılı”; 19. Yüzyıla da “İngiliz yüzyılı” derler. Gerçekten de temelleri daha öncelere uzansa da 19. Yüzyılda Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’nın “üzerinde güneş batmayan” görkemli bir imparatorluğa ulaştığını görüyoruz. Kraliçe Victoria’nın 64 yıl süren saltanatıyla (1837-1901) bu döneme adını vermesi bu nedenle önemli.

İmparatorluğun dünyadaki egemenliği tartışılmaz bir öncelik iken içteki politik tartışmalar da sürüyordu. Bunun belirgin boyutu 1680-1850 dönemindeki mutlak krallık savunucusu Tory’ler ile anayasal meşrutiyet yanlısı Whig’ler arasındaki geleneksel çatışmaydı. 19. Yüzyıldaki gelişmeler paralelinde Tory’ler kral ailesi ve aristokratlardan yana tavır alırken Whig’ler parlamentonun krala üstünlüğünü savunup gelişen kent soylular sınıfını ve serbest ticareti desteklediler. 

19. Yüzyılda Tory çizgisini Muhafazakar Parti temsil ediyordu. Bu parti parçalanıp bir kanadın Whig’ler ve Radikallerle birleşmesi ile 1859’da Liberal Parti doğdu. Bu süreçte önde gelen isim de daha geniş bir seçmen tabanını savunan ve bu nedenle “halkçı William” olarak bilinen W. E. Gladstone’du (burada Charles’ın amcasının Gladstone nefretini anlayabiliyoruz). Muhafazakar partinin ana kanadı Muhafazakar Parti olarak varlığını sürdürdü. Bu partinin lideri B. Disraeli 40 yıl hükumette görev aldı, iki, kez başbakanlık yaptı ve –bekleneceği üzere- Kraliçe Victoria’ya yakınlığı ile tanındı.

İşte romanımızın geçtiği 1867-1869 dönemi Disraeli ile Gladstone arasındaki amansız çatışma ile tanınır. Bu çatışmanın en çetin konularından biri de romanda kısaca “Reform Bill” olarak anılan resmi adı “The Representation of the People Act 1867” olan yasaydı. Bu yasa ile kentli erkek işçilerin önemli bir kısmına oy hakkı tanındı. Bu yasadan önce İngiltere ve Galler’deki 5 Milyon erkekten yalnızca 1 Milyonunun oy kullanma hakkı vardı. Yasa ile bu iki katına çıktı. Burada “erkekler” diye vurguluyorum çünkü kadınlara oy hakkı verilmesi bu yasanın tartışmalar sırasında J.S. Mill tarafından gündeme getirilmiş, ama gülüşmelere yol açıp ezici bir çoğunlukla reddedilmişti (s.115) [2].

Bu dönemde İngiliz imparatorluğu gerçekten zirvede. Ama bunun temelsiz bir ırkçılık boyutuna çıkması Fowles’un alaylı bir biçimde değindiği konulardan biri. “Çingeneler İngiliz değildi, bu nedenle yamyam oldukları hemen hemen kesindi” (s. 90).

Victoria dönemi katı ahlakçı bir dönem olarak bilinir. Bunun da çok öne çıkartılıp propagandası yapılan ama yüzeyde kalan bir konu olduğu gerçeği vurgulanıyor. Lyme Regis kasabasının saygıdeğer kadınları, âşık gençlerin kol kola yürüyüp denizi seyrettiği kırsal bölgenin (Ware Commons) yayalara kapatılması için kampanya yürütüyorlar (s. 90).  Hristiyanların Paskalya Yortusu öncesindeki kutsal günlerde* –dini içerikli bile olsa- bir konser düzenlenmesi yadırganıyor (s. 127). Ama bu yüksek ahlak görüntüsü yalnızca bir kabuk. 19. Yüzyıl İngiltere’sinde özellikle büyük kentlerde sefalet ve fuhşun çok yaygın olduğunu biliyoruz. On üç yaşında kızlar birkaç şiline satılıyor; Londra’da atmış evden biri genelev (güncel oran altı binde bir); veliahttan başlayarak hemen her önde gelen kişinin skandallarla dolu bir yaşamı var (s. 268). Londra’da oluşan bu fuhuş yuvalarına da Fowles mizahi diliyle vurguluyor: “Ahlaki açıdan karanlık olan çoğu yerler gibi burası (Mrs. Endicott’un genelevi) da çok ışıklı ve canlıydı” (s. 360). Kırsal ve yoksul kesimde de evlilik öncesi cinsel ilişki son derece yaygın. Ancak hamilelik çok belirgin hale gelince çiftler evleniyor (s.272). [3].

Victoria dönemi siyasal-toplumsal boyut yanında düşünsel-sanatsal açıdan da çalkantılı bir dönem. Bu sanatsal boyuta romanın birkaç yerinde değiniliyor. Ama özellikle Sarah’ın Mr. Rossetti’nin evindeki büyük değişiminin ele alındığı bölümde Charles’ın olumsuz tepkisi çok çarpıcı [4]. Yukarıda da değindiğim gibi Charles birçok açıdan ilerici-demokrat bir centilmen. Belki olayların sürüklemesi ile olduğu söylenebilir. Ama yine de içinde yaşadığı toplumun birçok değerine karşı çıkma yürekliliğini gösterebiliyor.  Charles’in bile bu masum sanat akımına gösterdiği tepkiyi düşününce, romanımızın geçtiği tarihten yalnızca birkaç yıl sonra Fransa’da ilk empresyonist resimlerin görülmeğe başladığında (Société  Anonyme Coopérative des Artites Pintres, Sculpteurs, Graveurs sergisi 1874) toplumda bu resimlere duyulan yabancılık duygusunu daha iyi anlıyorum.

Fowles’da ilgimi çeken bir konu da giyim biçimlerine verdiği büyük önem oldu. Giyim birçok romancı için karakterleri okuyucunun gözünde canlanması için bir betimlemedir. Fowles için ise bunun çok ötesinde bir şey. Bir yandan dönemi anlatan diğer yandan roman karakterini tanımlayan bir öğe. Örneğin Charles’in fosil aramaya çıkarken giydiklerine ve taşıdığı araç-gerecin fazlalığını vurgularken Victoria dönemini anlatıyor: “Bu gün gülüyor ve Charles’ın nasıl olup da hafif giysilerin daha rahat olacağını göremediğini merak ediyoruz. Belki de neyin en rahat olduğu ile neyin salık verildiğinin ayrımında hayran olunacak bir şey vardır. Burada bir kez daha iki yüzyıl arasındaki savın özünü görüyoruz: bizi yönlendiren görev mi? Değil mi? Eğer bu giyim titizliğini, her şeye hazırlıklı olmak tutkusunu yalnızca bir aptallık ve deneyime körlük olarak alırsak atalarımız hakkında büyük –hatta yanıltıcı- bir hata yaparız. Çünkü Charles gibi gereğinden fazla giyimli ve gereğinden fazla araç gereç yüklenen insanlar günümüz modern biliminin temellerini attı” (s. 48). “… onlar keşfedilecek şeyler olduğunu biliyordu ve keşif insanlığın geleceği en önemli şeydi. Biz (bir araştırma laboratuarında yaşamıyorsak) keşfedilecek bir şey olmadığını düşünüyoruz” (s. 49).

Romanın sonlarında Sarah’taki değişimi anlatırken de aynı giysi vurgusunu görüyoruz.
Ve (Sarah’ın) giysisi. O denli farklıydı ki bir an başka biri olduğunu düşündü. Onu her zaman dul karanlıktan yükselen perili bir yüz olarak önceki giysileri içinde düşünmüştü. Oysa bu, saldırgan biçimde dikkat çekici, çağdaş kadın modasının tasarımını reddeden Yeni Kadının tüm üniforması içindeydi” (s.446) [5].

Biçim Özellikleri

Anlattığı dönemi yansıtırken 1860’ların İngilizcesinden yararlandığını ve bunun kullandığı dili ağırlaştırdığını belirtmeliyim. Bence okuyucu yapıtı aslından okumak istiyorsa, kolay okunan bir macera romanı beklememeli ve kapsamlı bir İngilizce sözlüğü yakında bulundurmalı. Ama diğer yandan Fowles yazar-okuyucu ilişkisinde çok sıcak bir üslup geliştirmiş. Zaman-zaman öykünün anlatımını kesiyor ve günümüze gelip okuyucu ile sohbet ediyor. Bu yöntemin başka birçok yazar tarafından kullanıldığını biliyoruz. Osmanlı dönemi romancılığında, örneğin Ahmet Mithat Efendi’de- bu tekniğin okuyucuyu bilgilendirmek için kullanıldığını biliyoruz.  Burada yazar “… demişken … Avrupa'da giderek yaygınlaşan …” gibi bölümlerle okuyucuya ek bilgiler veriyordu. Batı Edebiyatında Çenişevski’nin “Nasıl Yapmalı” (1863) romanında veya daha güncel edebiyatımızda Ferit Edgü’nün “O / Hakkâri’de Bir Mevsim”inde de bu tekniğin ustaca kullanıldığını görüyoruz. Fowles ise okuyucuyla konuştuğu bu bölümlerde 1960’ların penceresinden Victoria İngiltere’sine bakıyor ve çoğunlukla -1860’lar veya 1960’lar- üzerine mizahi yorumlar yapıyor. Romanın gelişimini okuyucu ile paylaşıyor. Roman karakterlerinin yazarın sözünü dinlemediklerinden kendi bildiklerini yaptıklarından dert yanıyor (s. 96). Burada varoluşçu felsefenin romana yansımasıyla karşılaşıyoruz.

Romanın seçenekli biçimde gelişmesi ve sonlanması da ilginç bir yazın yöntemi. Sarah’ın Exeter’den ayrılması üzerine Fowles romanı bitirmeyi düşündüğünü söylüyor. Ama “Victoria devri romanları sonuca varmadan bitmez” diyerek yazı tura atıp hangi çizgide devam edeceğine karar veriyor! (s. 408-409).

Romanın sonlanması konusunda birinci seçenek düz mantığın bizi götürebileceği biçimde Charles’ın Ernestina ile evlenmesi ve Sarah’ın ortadan kaybolmasına dayanıyor (s. 340). Bir anlamda bizim “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine” diye biten masallarımıza benziyor. Kitabın son iki bölümünde sergilenen ikinci (s. 456) ve üçüncü seçenekler (s. 466) ise yazarın saatini on beş dakika geri alıp son sahneyi iki ayrı biçimde yazması biçiminde verilmiş. Sanırım burada yine bir varoluşçu seçim var. On beş dakikada farklı tutumlar alınarak her şeyin nasıl değişebileceği vurgulanmış.

Fowles roman karakterlerinin isimleriyle oynamayı seviyor. Charles adı Darwin’i çağrıştırıyor. Burjuva’nın adı Freeman; Miss Woodruff adını değiştirip Mrs. Roughwood yapıyor. Kitabın sonunda karşımıza çıkan küçük bebeğin adının Lalage* olması da kuşkusuz bir rastlantı değil. Fowles’in çok sevdiği Thomas Hardy’nin şiirine yapılan bir gönderme*.
Fowles her bölümün başına bir veya iki epigraf * yerleştirmiş. Kitapta 61 bölüm olduğuna göre bu konuya ne kadar önem verdiği belli. Ana metinde yer alan bölümlerin yanında bölüm başlarındaki bu alıntılar da dönemi çok güzel yansıtıyor. Marx’tan, Darwin’den aktarılan metinler, Thomas Hardy,  W.E. Clough, W. Barnes, A. Tennyson’ın şiirlerinden dizeler, Jane Austen’den satırlar okuyucuyu 1860’ların sanat ve düşünce dünyasına götürüyor. 

Kitap Hardy’nin dizeleriyle başlıyor:

Dikip batıya gözlerini
Denizde bir noktaya
Sert olsun olmasın rüzgar
Hep dururdu orada
Büyülenmiş gibi;
Sadece oraya
Mıhlanırdı gözleri
Başka yerde yoktu asla
O noktanın sihri.

HARDY, “Bilmece

Clough ile gelişiyor:

Yerli yerinde yol yordam
Arama bunda bir anlam
Git kiliseye-herkes bekler bunu senden
Baloyu da ihmal etme- bunu da hepsi bekler senden
Evlen- annen baban böyle ister
Okul arkadaşların ve kardeşler.
….
Görev-yani boyun eğmek,
Senden her beklenene…
Görüntüyü kurtarmak,
Kurcalamadan anlamını
Derhal amansızca bastırmak,
Korkunç bir günah gibi,
Her arayışını ve aldanışını
kemik kafes içindeki ruhun.
Korkakça rıza göstermek
Kaderin buyruğuna…

CLOUGH, “Görev

Ben de yazıma kitaptan kitabın düşünsel boyutunu veren üç epigrafla son vereyim:

Her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır.
K.MARX, Zur Judenfrage (1844)

Tarih insanları amaçlarına ulaşmak için kullanan bireye benzemez. Tarih kendi amaçlarına ulaşmak için uğraşan insanların eylemlerinden başka bir şey değildir.
K. MARX, Die Heilige Famillie (1845)

Evrim basitçe rastlantının (doğal radyasyon nedeni ile çekirdek asidi sarmalındaki rastgele mutasyonun) giderek çevreye daha uyumlu yaşayan yapılar yaratılması için doğal yasa ile işbirliği yapmasıdır.
Martin GARDNER, The Ambidextrous Universe (1967)

.............................................................................................................

[1] Fowles, John. “The French Lieutenants Woman”, London: Vintage Books, 2004. (İlk Basım Jonathan Cape tarafından 1969)

[2] İngiltere’de kadınlara oy hakkı uzun mücadelelerden sonra 1928’de sınırlı biçimde verildi. Erkeklerle eşit oy hakkına sahip olmaları ise 1928’de sağlandı. Daha önce olduğu gibi bu yasada da ayrıcalıklı kişilere birden fazla oy hakkı tanınıyordu. Herkese eşit oy hakkı (Kuzey İrlanda hariç) 1949’da tanındı. Kuzey İrlanda’da bu hak 1968’de tanındı.

[3] Bu olgunun ekonomik bir yönü de var. Bu dönemde “eşit işe eşit ücret” kavramı hiç yok Ücret zorunlu gereksinime bağlı. Bekâr erkeklere yarım ücret veriliyor ve bu bekarların iş bulmasını kolaylaştırıyor. 

[4] Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) İngiltere’de “Raphael Öncesi Kardeşliği / Pre-Raphaelite Brotherhood” olarak bilinen sanat-düşünce akımının önderi. Bu akım Raphael sonrasında sanatın ve sanat eğitiminin bozulduğunu öne sürüyor ve klasik – erken Rönesans dönemini savunuyordu.  

[5] Yeni Kadın (New Woman) 19. Yüzyılda bir feminist hareketi tanımlamak için kullanılan bir terim. Özellikle Amerikalı yazar Henry James (1843 – 1916) tarafından yaygınlaştırılmış. Avrupa ve Amerika’daki eğitimli, bağımsız ve çalışan kadını niteliyor.