11 Mayıs 2016 Çarşamba

III - TARİHSEL ÇERÇEVE - HİNDİSTAN, ÇİN ve JAPONYA'DA EMPERYALİZM ÖRNEKLERİ



 Emperyalizmin genel boyutlarına değindiğim bir önceki yazımda Avrupa güçlerinin Afrika ülkelerini yağmalamalarının bazı örneklerini vermiştim. Afrika ülkeleri yönetim, bilim-teknoloji ve özellikle askeri yetenekler gibi konularda Avrupalılardan çok “geriydi”. Bu nedenle Avrupalılar hemen-hemen hiçbir direnişle karşılaşmadan kıtanın içlerine ilerleyebildiler. Buna karşılık Asya’da durum oldukça farklı gelişti. Öncelikle hiç de “modern” olmasa da Hindistan, Çin ve Japonya’da güçlü yönetim sitemleri ve önemli ve köklü uygarlıklar vardı. Hem Avrupalıların yöntemleri hem de bu ülkelerin tepkileri Afrika’da görülenlerden çok farklı oldu.

Genel olarak Batılılar Güney ve Doğu Asya’ya denizlerden gelerek özellikle kıyı bölgelerinde ticaret üsleri kurmak istediler, - en azından başlangıçta - ülkelerin içlerine doğru ilerlemekten çekindiler. Kara gücü ile kapsamlı bir “işgal” yerine “savaş gemisi diplomasisi - gunboat diplomacy” diye tanımladıkları yaklaşımla savaş gemileri ile kıyı kentlerini korkutarak, gerekirse topa tutarak ve limanları ablukaya alarak, karaya çıkarttıkları küçük keşif ve çıkartma birlikleri ile egemenlik sağladıklarını görüyoruz.

Avrupalılar zamansal öncelik olarak Atlantik’in Batı yakasına, ardından Afrika’ya, Hint Okyanusuna, ardından Güney-doğu Asya’nın zenginliklerine yöneldiler. Batılı güçlerin bu yaklaşımlarına Hindistan, Çin ve Japonya’nın tepkileri ise çok farklı oldu.

Hint Yarımadasında Emperyalizm
1400’lerin sonundan başlayarak Portekiz ve Hollandalıların Goa, Diu, Daman ve Bombay gibi kıyı kentlerinde koloniler kurmasının ardından 1600’lerde İngilizler ve özellikle Britanya Doğu Hindistan Şirketi (British East India Company) tüm boyutlarıyla emperyalist sömürüyü başlattı. Hindistan’da egemenlik konusunda Avrupalı güçler açısından Britanya yalnızca Fransa ile çatıştı. Bu çatışma da Britanya’nın zaferi ile sona erdi (1763).

Bu büyük yarımadada Babür İmparatorluğu (Mughul – Gurkani) güçlü bir merkezi otorite oluşturamamıştı. Yerel güçler küçük Hindu ve Müslüman prenslikler biçiminde örgütlenmiş ve toplum geleneksel kast sistemi yanında Hindularla Müslümanlar arasındaki dinsel çatışmalarla bölünmüştü.  17. Yüzyıl sonlarında Hindu Maratha Konfederasyonu, Babür İmparatorluğu ile çatışmış ve Hint yarımadasının kuzeyinde fiili bir egemenlik sağlamıştı. Yarımadanın güneyinde ise Müslüman Maisur Sultanlığı en büyük güçtü.  İngilizlerin etki alanı Bengal bölgesinde Ganj vadisi boyunca yarımadanın içlerine doğru ilerlese de yarımadanın diğer yerlerinde Bombay, Madras, gibi kıyı kolonileriyle sınırlıydı. Böylece Babür İmparatorluğunun egemenliği hemen – hemen kâğıt üzerinde kalıyordu. Eski Delhi – Shahjahanabad’da oturan imparatora küçük bir vergi veren birçok yerel yönetim oluşmuştu.

18. Yüzyılın son yılları, 19. Yüzyılın ilk yılları Hindistan için çok önemli yıllar oldu. Yarımadanın yerlilerinin bu parçalanmış yapısına karşılık Büyük Britanya’nın arkasında Londra hükümeti, büyük bir ticaret ve finans gücü vardı. Bu yapı İngilizlerin tam bir “böl ve yönet” politikası uygulaması için ortam sağladı. Birçok prens İngilizlerle uzlaştı. Uzlaşmayan yerel yönetimlerde ayaklanmalar örgütlendi. Örneğin Mir Jafar, Britanya Doğu Hindistan Şirketinin desteği ile bağımsız Bengal yönetimine karşı ayaklanmayı örgütledi ve Siraj ud-Daulah’ı yenerek Bengal ve ardından yarımadanın tüm güneyinin İngiliz egemenliğine geçmesini sağladı (1757). Aşağıdaki resim Şirketin Bengal’de askeri ve politik egemenliğini kuran General Robert Clive’ın Mir Jafar’ı Bengal Nevvabı (Nawab) olarak atamasını gösteriyor.


Bu dönemde Britanya’nın yaptığı tam bir yağmacılıktı. 1770’de Bengal’de yaşanan büyük kıtlık felaketinin de gösterdiği gibi bölge hiç de iyi yönetilmiyor, sefalet içindeki yerli halk İngilizlerden tam anlamıyla nefret ediyordu. 1770-1790 döneminde Britanya’da önemli bir strateji değişikliği görüyoruz. Atlantik’teki emperyalist çabaları pek de iyi gitmiyordu. ABD’de kolonilerin bağımsızlık istekleri, Batı Hint adalarında San Domingo’da (Saint-Domingue) yerli halkın sömürgecilere başkaldırması Batı yarımkürede koloni – sömürge yapısı kurmanın kolay olmayacağını gösteriyordu. 1797’de Hindistan’daki Britanya İmparatorluğu topraklarını daha iyi yönetecek bazı reformlar yapacak bir Genel Vali (Richard Wellesley) atadılar. Hukuk ve vergi sistemini yenilediler. Büyük çoğunluğu yerli halklardan oluşan silahlı kuvvetlerini genişlettiler. Güvenilir gelir ve kararlı ve ekonomi ile kredi alabildiler. Bununla ordularını büyütmenin yanında bazı rakiplerini satın aldılar.

1799’da Britanya öteden beri – özellikle Madras için - mücadele ettikleri Maisur Sultanlığını, 1802 – 1803’de de Maratha Konfederasyonunu yendiler. Artık Britanya bütün Hint yarımadasına egemendi. Hintlilerin bazıları Britanya’nın egemenliğine karşı çıksa da birçokları Britanya egemenliğinin sağladığı bilgi, kültür, düzen, refah ve ticaret olanaklarının farkına vardı. Hatta zaman-zaman bu iki duygu bir aradaydı.  Örneğin üstün yetenekli bir Hindu olan ve Bengal’de reformcu bir toplumsal-dini yeniden doğuş hareketinin önderi Ram Mohan Roy 1809’da bir yandan “Britanya hükümeti Moğollardan daha yumuşak, aydınlanmış ve liberal” diyor; diğer yandan “Hindular hiçbir zaman bu kadar aşağılanmamış, yönetimden bu denli uzaklaştırılmamıştı” diyordu.

1857’ye kadar Hindistan’da, özünde tüccar ve aristokratların hisselerine sahip olduğu, hükümetin belirlenen bölgede tekel yetkisi verip dolaylı biçimde etkili olduğu ve kesinlikle Britanya’nın çıkarları doğrultusunda çalışan Britanya Doğu Hindistan Şirketinin egemenliğini görüyoruz. Şirket, pamuk, ipek, esrar, tuz, çay, kına, çivit ticaretinin yanında İngiltere’nin top mühimmatında kullandığı amonyum nitrat satışında Kralla pazarlık eden bir konuma gelmişti. 300 000 kişiye yakın askeri gücü vardı, Hindistan’ı fiilen yönetiyor, hatta Hindistan dışında -aşağıda değineceğim gibi- esrar ticaretini sürdürmek için Çin’de savaş çıkartabiliyordu.

1857’de Britanya Doğu Hindistan Şirketi çalışanları görünürde küçük bir nedenle isyan etti. Batı Bengal’in Dum Dum kentinde Şirketin silah fabrikasında işçilerin yeni bir tüfek için üretilen mühimmatın don yağı (tallow) ile yağlanmış kâğıt kartuşlarını ısırarak içlerindeki barutu boşaltmaları istendi.  Isırdıkları yağın domuz yağı olduğu dedikodusu Müslüman işçilerin; dana yağı olduğu dedikodusu Hindu işçilerin tepkisine yol açtı. İsyan kısa sürede büyüdü ve yabancı sömürüsüne karşı büyük bir ayaklanma halini aldı. Hindistan’ın yönetiminin yenilenmesi, şirketin Hindistan’daki egemenliğine son vererek Britanya İmparatorluğunun doğrudan yönetime el koyup (British Raj) Kraliçe Victoria’nın Hindistan Kraliçesi unvanını alması ile sonuçlandı. 20. Yüzyıl ortalarına kadar süren bu dönemde Hindistan Britanya’dan gelen çeşitli Genel Valiler (Governor- General, Viceroy, Commissioner) gözetiminde 600’e yakın yerel prenslikle yönetildi.

Birinci Dünya Savaşından sonra Hindistan’da kendini yönetme, Gandi önderliğinde barışçıl sivil itaatsizlik hareketlerinin başladığını görüyoruz. 1947’de Hindistan-Pakistan ayrışımı yaşandı ve 1949-1950 döneminde anayasanın tamamlanması ile günümüzde tanıdığımız Hindistan oluştu.

Doğu Asya’da Emperyalizm
Avrupalılar 1840-1850 döneminde kıtanın doğusuna, Pasifik Dünyasına yöneldiklerinde ise Doğu’nun köklü ve büyük iki uygarlığıyla, Çin ve Japonya ile karşılaştılar. Bu noktada ABD de Kuzey Amerika’nın Batısına doğru ilerliyor, güçleniyor ve “biz de büyük devletler arasına giriyoruz, Pasifik bölgesi ile biz de ilgilenmeliyiz” diye düşünmeye başlıyordu. Kuzey Amerika’nın Pasifik kıyılarında Alaska üzerinden gelebilecek Rus etkisi veya Kanada üzerinden gelebilecek Britanya etkisine engel olmak istiyorlardı. 1840’ların başında Oregon, sonunda San Francisco’dan San Diego’ya kadar uzanan bölgeye egemen oldular. Meksika ile savaşı (1846-1847) kazanmaları ve 1848’de San Francisco’da altın bulunması da egemenliklerini güçlendirdi. Yani Pasifik’in Doğu kıyısındaki oyuna klasik oyuncular olan Avrupalıların yanında yeni bir oyuncu, ABD, katılmıştı.

Pasifik’in diğer kıyısında, 1841-1842 Afyon savaşı Çin’deki çatışmanın ilk adımı oldu. Britanya Çin’den çay almak ve karşılığında kendi sömürgeleri olan Hindistan’da yetiştirdikleri afyonu satmak istiyorlar; Çin yönetimi ise kötü bir alışkanlık olarak nitelediği afyon kullanımını engellemeye çalışıyordu. Savaş özellikle İngilizlerin buharlı savaş gemilerinin Çin yelkenlilerine sağladığı üstünlükle Çin limanlarında yoğunlaştı. Britanya’nın bir dizi savaş başarısını Fransızlar izledi. İngilizler Hong-Kong’u elde ettiler. Bu savaşlarda büyük ordular görev almıyor, Deniz Kuvvetleri ve küçük vurucu kara birlikleri kullanılıyordu. Bunun sonucu olarak –örneğin Hindistan örneğinde gördüğümüz gibi tüm ülkeye egemen olunması yerine Çin limanlarında ticaret üsleri açılmasını sağlandı.

Batılılara tepki olarak başlayan 1851-1864 Taiping ayaklanması kısa sürede bir iç savaşa dönüştü. 20 Milyon insan öldü ve sonunda Çin merkezi bir ordusu olmayan birçok Savaş Lordunun yönettiği bölgeler haline geldi.

Bu buhranlı dönemden çıkmak için 1860-1870 döneminde Çin İmparatorluğu, “Kendini Güçlendirme” sloganı ile büyük bir yenilenme kampanyası yürüttü. Bu arada Fransızlar Tayvan boğazının Güneyinde, İngilizler Kuzeyinde egemen oldular. 1860’a kadar özellikle önemli kıyı limanları ve nehir boylarında, “serbest” ticaret sağlanmıştı: Huangho (Sarı Irmak) vadisi ve Tientzin, Pekin; Chang Jiang (Yangtse) vadisinde Şanghay, Nankin; Zhu Jiang (İnci Irmağı) ağzında o zamanlar Kanton olarak anılan Guangzhou ve Hong-Kong. Bu kentlerdeki yabancılar artık Çin yasalarına değil kendi ülkelerinin yasalarına bağlıydı (extraterritoriality). Bu kapsamda Birleşik Krallık Şanghay’da kendi mahkemelerini kurdu ve kendi vatandaşlarını yargılamaya başladı. Bu ayrıcalık zamanla o bölgelerde çalışan Çinlilere, İngilizlerin dostlarına ve Hristiyan olanlara da uygulanmaya başladı.

Japonya’da öykü Çin’den farklı gelişti. Japonlar 16. Yüzyılda Portekiz ve İspanyol gemilerinin gelişinden beri Nagazaki limanını yabancı gemilerin ziyaretine ve çok sınırlı da olsa ticarete ve kültürel değişime açmışlardı. 1853’de M. C. Perry komutasında Amerikan donanması başkent Edo önüne geldi. Japonlar savaş yerine sınırlı bir ticari ilişki yolunu seçtiler. Sürecin ve her iki tarafın da (aşağıda özetleyeceğimiz gibi) Çin’e göre çok daha yumuşak olduğunu görüyoruz. Avrupalıların teknolojik üstünlüklerini gören Japon İmparatoru Meiji (1852-1912) bir ulus devlet kurmak için reformlar yaptı. Batıdan birçok fikir ve teknoloji aldı, ama bir yandan da Japonya’nın özelliklerini korudu. Japonya’daki bu “yumuşak” tepkinin nedeni bir yandan Afyon savaşında Çin’in başına geleleri Japonların görmeleri, diğer yandan Japonya’nın, Çin gibi paylaşılacak büyük bir “pasta” olmamasıydı.

1890’lar öncesinde hem Çin’in hem de Japonya’nın kendi içlerinde gelişme yönünde önemli çaba gösterdiklerini görüyoruz. Ne yazık ki bu iki güç 1890’larda birbirleri ile çatışmaya başladılar. 1894-1895 yıllarında savaşa dönen çatışmayı Japonya kazandı. Bu savaşta Japonların modern teknolojiyi kullanmakta daha etkin, başarılı ve verimli olduğu görüldü. Japonya Tayvan adasını aldı ve Çin toprakları üzerinde Tayvan’ın ötesinde talepler öne sürdü.

Önce Çin bu yenilgiden ders almaya çalıştı ve imparator Guangxu yaygın bir reform programı başlattı. Ne yazık ki bir saray darbesi ile etkisiz hale getirildi (1898) ve reformlar yine durdu. 

Çin’in bu istikrarsızlık zincirinden kurtulamayacağının görülmesi üzerine 1890’ların sonunda bütün küresel aktörlerin Sarı Deniz olarak tanımlanan Kore Yarımadasının doğusundaki denizin kıyılarında egemenlik çabaları yoğunlaştı. Çinin en önemli bölgelerinde İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da talepleri vardı. Rusya Kuzeyden geliyor Mançurya’yı alıyor (Mançurya’da önemli kömür yatakları olduğunu belirtelim) , trans Sibirya demir yolu Vladivostk Limanı ile Pasifik okyanusuna ulaşıyordu.  Buzlarla tıkanmayan Port Arthur (günümüzde Lüta, Chin-Hsien) limanı Rusya için önemli bir hedefti.

Bu durumu en güzel özetleyen karikatürlerden birinde Çin’in haykırışları önünde soldan sağa Britanya Kraliçesi, Alman Kayseri, Rus Çarı, Fransa ve Japonya’nın Çin pastasını dilimlediklerini görüyoruz.

1890’ların sonunda Güney Doğu Asya’ya baktığımızda görünümü şöyle özetleyebiliriz:
Burma Malezya, Singapur, İngiliz Egemenliğinde;
Doğu Hint adaları Sumatra, Borneo, Celebes, Yeni Gine’nin Batısı (Gününüzde Endonezya – Burunei)  Hollanda egemenliğinde;
Vietnam Kamboçya Tonkin Körfezi Fransız egemenliğinde;
Filipin’ler de egemenlik (aslında çok uzaklardaki Küba üzerindeki egemenlik çatışması ile başlayan) İspanya ile savaşı kazanan ABD’ye geçmiş;
Almanların da Palau, Caroline gibi küçük adaları var;
Burma ile Fransız Hindiçini arasında kalan Siyam bağımsız ama istikrarsız bir durumda.

Yüzyılın sonunda Kuzey Çinin kırsal bölgelerinde özellikle yabancılara karşı Boxer isyanı çıktı (Yihetuan ayaklanması) (1899-1901). Qing hanedanı bu olayı kullanarak isyan eden köylülerle birlikte davranıp yabancılardan kurtulmaya çalıştı. Yabancılara savaş ilan etti ve Pekin’de yabancıların yerleştiği bölgeyi kuşattı. Bu gelişme Avrupalılara büyük bir fırsat verdi. 1900 yazında 2 ay boyunca temsilciliklerinden haber alamayan Avrupalılar, ABD, Japonya ortak bir kuvvet oluşturdu. Tientzin’de karaya çıktılar, Pekin’e ilerlediler ve kuşatılan temsilcilerini kurtardılar. Batılılar çeşitli pazarlıklarla Çin sorununa çözüm bulmaya çalıştılarsa da kendi aralarında da anlaşamadılar. ABD askerlerini çekti. Fransa ile Almanya anlaşmaya çalıştı ama başaramadı. Ruslar kuzeyden baskılarını arttırmaya çalıştı. Ruslara karşı Japonlar İngilizlerle anlaştı. Bu gelişmeler sonucunda 1904-1905 yıllarında Rusya ile Japonya savaştı. Savaşı Japonya kazandı.

Bu karışık ortamda Qing hanedanının reform yapacağından ümitlerini kesen subaylar ve gençler Sun-Yat-Sen önderliğinde harekete geçip hanedanı yıkıp Çin Cumhuriyetini ilan ettiler (1912).  Ne yazık ki kararlı bir düzen uzun süreli olamadı. 1916 sonrasında huzursuzluklar başladı. Milliyetçiler ile komünistler arasındaki çatışmaya Çin-Japon savaşı (1937-1945) katıldı. Bu da İkinci Dünya savaşının bir cephesine dönüştü. Sonuçta, bildiğimiz gibi, komünistler zafere ulaştı 1949’da Mao’nun Çin Halk Cumhuriyetini ilan etmesi ile günümüze kadar süren bir dönem izledi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder