20 Eylül 2016 Salı

“TÜRK” NE DEMEK?



Kanı bozuk”, “Bileğimi kessen kanım sarı – lacivert akar”, “Türk – Rum – Ermeni… kanı” gibi bazı deyimler –bazen övünmek, bazen hakaret etmek için- günlük dilde oldukça yaygın kullanılır. Kuşkusuz biyolojik olarak kanda bu gibi nitelikler, farklılıklar yoktur. Pekiyi, kanda yoksa beynimizde veya genlerimizde durum nedir? 

KAFATASÇILIK

Beynin bazı davranışlarımızın kaynağı olduğu, adeta bir kumanda merkezi gibi çalıştığı çok eski çağlardan beri biliniyordu. Her ne kadar Aristoteles, aklın merkezinin kalp olduğunu, beynin işlevinin vücutta dolaşan kanı soğutmak olduğunu öne sürdüyse de kafatasının farklı bölgelerine darbe yiyen insanların konuşma yetisini kaybettiği; vücudunun bir kısmını hareket ettiremediği, aptallaştığı… gözlendi ve beynin kumanda merkezi olduğu konusunda görüş birliği sağlandı. Hata bu özellik kötü biçimde kullanıldı.

19. Yüzyılda kısaca “beyin yapısından yola çıkarak psikolojik öngörülerde bulunulmaya çalışmak” olarak tanımlanabilecek Phrenology gündeme geldi. Antik Yunanca akıl (phren) ve bilgi (logos) -sözcüklerinden türeyen phrenology, kafatası (ve dolaylı olarak beyin) yapısından kişilik özelliklerinin anlaşılacağını iddia ediyordu. Bu görüş Almanya’da Doktor Franz Joseph Gall  (1758-1828) tarafından geliştirildi ve bütün Avrupa’ya yayıldı. Örneğin Britanya’da Kraliçe Victoria döneminde kafatasının belirli boyutsal özelliklerini ölçerek insanların vahşi veya uygar, ahlaklı veya ahlaksız, dindar veya dinsiz olduğu… anlaşılmaya çalışıldı. Hapishaneler taranıp suçluların kafatasları incelendi. ABD’de kafatasları uygun boyut ve biçimde olanların çok çocuk sahibi olması için dernekler kuruldu. Belçikalılar Afrika yerlilerinin kafataslarını “ölçüp”, Tuti’lerin Hutu’lardan üstün olduklarını “belirlediler”.

Bu kafatası incelemeleri ne yazık ki 20. Yüzyılda ırkçılık kavramına katkı sağladı ve insanlar kafataslarının biçimi (cranial profile) yanında yüz biçimleri ve ten renkleri ile sınıflandı. Sosyal bir hareket olarak, insan soyunun iyileşmesi için olumlu özelliklere (trait) sahip bireylerin çokça üremesi; olumsuz özelliklere sahip bireylerin kısırlaştırılması, hatta yok edilmesini öneren Öjenik (Eugenic) hareket gelişti. Bildiğimiz gibi bu çizgi Nazi Almanya’sında seçkin Aryan ırkı ve aşağılık Yahudi ırkı tartışmalarına, soykırım ve gaz odalarına uzandı:


Günümüzde ırk kavramının bilimsel açıklaması Jonathan Marks tarafından şöyle özetleniyor: 

1970’lerde belirgin hale geldi ki:
(1) İnsan türünde gözlenen çoğu farklılık kültüreldir.
(2) Kültürel olmayan farklılıklar temelde göz rengi, kan grubu gibi polimorfik (polymorphic) farklılıklardır.
(3) Kültürel ve polimorfik olmayan farklılıklar temel olarak farklı coğrafyada yaşama sonucunda çevreye uyumdan kaynaklana ekoklin (ecocline) farlılıklardır. Zoolojideki ekoklin farklılaşmanın bir örneği olarak kaplanların çizgi örüntülerinin farklı coğrafyalarda farklı olmasını gösterebiliriz.
(4) İnsan türünde bunların dışında gözlenen farklılıklar ise ihmal edilecek kadar küçüktür.

Sonuç olarak antropologlar ve genetikçiler daha önceki kuşakların inandığı gibi coğrafi olarak farklı bölgelerde birbirinden büyük ölçüde ayrı gen havuzlarının olmadığı, homo sapiens’lerin çeşitli göç dalgalarıyla yeryüzüne dağıldığı konusunda görüş birliğine vardılar.
 [Marks, Jonathan (2008). "Race: Past, present and future. Chapter 1". In Koenig, Barbara; Soo-Jin Lee, Sandra; Richardson, Sarah S. “Revisiting Race in a Genomic Age”. Rutgers University Press. (s.28)] 

Konunun yasal yönü ise İkinci Dünya savaşının ardından bir dizi ulusal ve uluslararası kurumda ele alındı. En kısa ve açık biçimde Avrupa Konseyinin 2000/43/EC[137] sayılı yönergesinde ifadesini buldu: “Avrupa Birliği ayrı insan ırklarının varlığını destekleyen kuramları reddeder.”

GENETİĞİN ZEKÂYA ETKİSİ

Zekâ üzerine genetiğin etkisi ise “beyin – kafatası” konusundan çok farklı biçimde ele alınıyor. Psikolojide genetik konusunu inceleyerek başlayan ve özellikle hayvanlarda genetiğin çeşitli psikolojik eğilimler üzerindeki etkisini inceleyen çalışmalar zaman içinde insanlar ve zekâ üzerine yoğunlaşıyor. Bu alanda istatistiksel açıdan geniş bir veri tabanına dayanan belirgin sonuçlar gözleniyor. Prof. Robert Plomin, İngiltere’de 10 000’den fazla öğrenci ile yapılan genel sınav sonuçlarının değerlendirilmesine göre, kalıtımın okul başarısına etkisinin %50-65 dolayında olduğunu belirtiyor (http://www.bbc.co.uk/programmes/b06j1qts). Okulda verilen eğitimin farklılaştırması ise sadece %20’de kalıyor. 

Prof. Plomin yürüttüğü “ikiz” ve “evlat edinme” çalışmaları de çok dikkat çekici. Bu çalışmalarında da Birleşik Krallık İstatistik Bürosu ve GCSE (General Certificate of Secondary Education) sonuçlarını kapsayan büyük bir veri tabanını kullanıyor. İstatistik Bürosunda doğumların, tek ve çift yumurta ikizlerinin kayıtları, GCSE verilerinde ise bu çocukların sınav sonuçları yer alıyor.
Bilindiği gibi bir spermin döllediği bir yumurtanın ikiye bölünüp iki bebeğin büyümesi ile genleri aynı olan iki birey, tek yumurta ikizleri, oluşuyor. Çift yumurta ikizlerinde ise iki ayrı sperm, iki ayrı yumurtayı döllüyor ve iki birey farklı genetik özelliklere sahip olarak doğuyorlar.
Tek yumurta ikizlerinin GCSE sınavlarındaki başarıları, çift yumurta ikizlerinin sonuçlarına göre büyük bir benzerlik oluşturuyor. (İstatistik dili ile konuşursak çok daha küçük bir dağılım – variance gösteriyor.) Tek yumurta veya çift yumurta olsun ikizlerin birbirine benzer çevrede büyütüldükleri, benzer biçimde eğitildiklerini varsayabiliriz. Bu durumda zekâlarında gözlenen dağılımların farkı ancak genetik farklılıkla açıklanabilir. 

Farklı aileler tarafından evlat edinilen ve farklı çevre koşullarında yetişen tek yumurta ikizlerinin zekâ düzeylerinin benzer olması ayrıca kalıtımın zekâ üzerindeki etkisini kanıtlıyor.
Bu konudaki son nokta zekâyı belirleyen genlerin belirlenmesi ile konacak. “Genler” diyorum çünkü bu gibi eğilimlerin bir veya birkaç genle sınırlı olmadığını, çok sayıda genin işe karıştığını biliyoruz.
Zekânın genetik özelliğinin eğitim politikası açısından nasıl yorumlanacağı ve nasıl uygulamalar yürütüleceği politik bir seçim konusu olacaktır. Faydacı bir yaklaşımla “Genleri uygun olan grubu eğitelim. Diğerleri için masraf yapmayalım” diyenler çıkacaktır. Diğer yandan toplumcu bir yaklaşımla “Yetenekli olmayanları eğitmek ve topluma kazandırmak için yeni yöntemler geliştirelim” diye hareket etmek de mümkündür. Unutulmamalı ki toplumlar kazandıkları genel yetenek düzeyleri ile gelişirler; yoksa çok yetenekli az sayıda birey yetiştiği ortamı kolaylıkla terk edip başka bir topluma yerleşebilir. 

AVRUPA İLE NE KADAR GEN ORTAKLIĞIMIZ VAR?

Bilindiği gibi insan DNA’sındaki kimyasal çiftlerin sıralanmasını bulmak ve genleri belirlemek amacıyla 1990-2003 yılları arasında İnsan Genomu (human genome) projesi yürütüldü. Bu çalışmadan yola çıkan bir dizi araştırma ile genetik olarak bir ortak atadan (common ancestor) kaynaklanan organizmalar incelendi. Çeşitli ülkelerden ve coğrafi bölgelerden alınan örneklerle DNA istatistikleri oluşturuldu ve haplogrup  (haplogroup) adı ve verilen gruplarda toplandı. Bu haplogrupların yeryüzüne dağılımları, yukarıda değinildiği gibi, homo sapiens’in göç yollarının ve dönemlerinin belirlenmesinde kullanıldı.

Avrupa’daki durumu ele almadan önce anne ve babadan gelen genetik mirasın ayrı ayrı ele alındığını belirteyim. İnsan genetiğinde, Y kromozomu (Y-DNA) haplogrupları ve mitokondriyal DNA (mtDNA) haplogrupları olarak farklı haplogruplar tanımlanıyor. Çünkü Y kromozomu sadece erkekte bulunduğundan Y-DNA haplogrupları babadan oğula düzenli bir şekilde geçerken, X kromozomu hem dişide hem de erkekte bulunduğundan mtDNA halpogrupları anneden yavruya aktarılır.

Bu ayrıma dikkat çektikten sonra çeşitli Avrupa ülkelerinden alınan örneklerdeki baba genetiğini izleyerek Y-DNA haplogruplarının dağılımına bakalım (http://www.eupedia.com):

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde haplogrupların dağılımını gösteren bu haritaya bakınca aşağıdaki noktalar öncelikle dikkatimizi çekiyor:


  • Portekiz, İspanya, Fransa Birleşik Krallık gibi Avrupa’nın Batı ucunda yer alan ülkelerde bir haplogrubun (bu örnekte R1b) oldukça yaygın olduğu görülüyor.
  • Rusya, Estonya Letonya, Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya gibi Kuzey-Doğu Avrupa’da ise bir başka haplogrup (bu örnekte R1a) büyük oranlarda.
  • Bunlara karşılık Orta Avrupa’da, Balkanlarda ve Türkiye’de böyle egemen bir haplogrup görülmüyor.

Günümüzün bilimsel bilgileri ışığında yurdumuza biraz daha yakından bakalım. Avrupa’da tanımlanan 12 haplogrubun 42 Avrupa ülkesinin her birindeki oranı ile, ilgili haplogrubun Türkiye’deki oranı karşılaştırarak genetik açıdan en yakın olduğumuz ve en uzak olduğumuz Avrupa ülkelerini sıralayabiliriz:
Sonuç olarak sanırım şunu söyleyebiliriz: Gen çalışmaları bütün dünyada çok ilginç sonuçlar veriyor. Gerek bireylerin zekâ düzeylerinin kalıtımla ilişkisi, gerek gen gruplarının ülkelerde dağılımları çarpıcı. Kuşkusuz kendimizi Türk olarak hissediyorsak Türk’üz. Türklüğü kanımızda veya kafatasımızın boyutlarında aramak yanlış. Ülkemiz coğrafi konumu nedeniyle büyük bir genetik zenginliğe sahip. “Türklük” de biyolojik değil kültürel bir nitelik. Katılırız veya değişmesini önerebiliriz; ama Büyük Atatürk’ün tanımı ile "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” veya Anayasanın tanımı ile "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" (Madde 66) gibi kültürel tanımlar tartışmanın başlangıç noktası olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder