12 Şubat 2018 Pazartesi

OSMANLI'DA BİLİM


Kökleri çok derinlere uzanan bir tartışma zaman zaman gündeme geliyor: “Osmanlı bilimde ne kadar ileriydi?” Geçtiğimiz aylarda Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kapsamlı bir incelemesi yayınlandı[i]. İki ciltlik, Osmanlı bilim tarihi açısından çok geniş ve yararlı bir eser. Adında da vurgulandığı gibi yalınızca Osmanlı dönemini ele alıyor. Bu yaklaşımı aslında anlıyorum. Çünkü Batı’da yazılan birçok modern bilim tarihi kitabı da 16. Yüzyılda Bilimsel Devrimi ateşleyen gelişmelerle başlayıp yalnızca Avrupa’daki bilim serüvenini inceliyor. İslam’ın katkısını ananlar “Müslümanlar Antik Yunan eserlerini Arapça’ya çevirdi. Ardından da bu yapıtlar Avrupa’da Latince’ye çevrildi” diye bu katkıyı bir tür aktarma ile kısıtlı olarak görüyor. Oysa  eğer gerçekten Osmanlı’nın bilim alanında neden geri kaldığını anlamak istiyorsak Osmanlı’da bilim –teknoloji alanında yapılan çalışmaları görmezden gelmek kadar, bu çalışmaları nostaljik bir hayranlıkla fantastik boyutlara çıkartmak da yanlış. Gerçekçi bir biçimde Osmanlı’da ve Batı’da bilimi paralel olarak ele almak gerekli. Kuşkusuz bu kısa yazı kapsamlı bir değerlendirme için çok yetersiz olacak. Ama yine de ne demek istediğim konusuna ışık tutabilmesini umuyorum.

İlk olarak yukarıda “İslam” ve “Osmanlı”yı ayrı ayrı vurgulamamın nedenini belirtmek isterim. Kuşkusuz “Osmanlı’da bilim”, “İslam’da bilimin” içinde, onun son halkası olarak değerlendirilmeli. Osmanlı büyük bir devlet kurup Avrupa içlerine doğru bir tehdit –sanırım Batı’ya son tehdit- oluşturduğu için önemli, ama devletin 14. Yüzyıl başlarında kurulduğunu düşünüp Osmanlı’nın İslam uygarlığının görkemli döneminin ardından geldiğini de gözden kaçırmamalıyız. Bu uygarlığın büyük düşünürlerinin yaşadığı yıllara baktığımızda bunu görüyoruz:

  • ·         El-Kindî (801-873),
  • ·         Muhammed el-Buhârî (810-869),
  • ·         Farabi (872-951),
  • ·         İbn-i Sina (980-1037),
  • ·         İmam Gazali (1058-1111),
  • ·         Abdülkadir Geylanî (1077-1166),
  • ·         İbn-i Rüşt (1126-1198),
  • ·         İbn-ül Arabî (1165-1239),
  • ·         Nasüriddin Tûsi (1201-1274),
  • ·         Mevlânâ Celâleddîn-i-Rûmî (1207-1273),
  • ·         İbn-i Haldun (1332-1406).
Benzer biçimde Horasan’dan Anadolu’ya uzanarak İslam’a yeni bir boyut getirip büyük halk kitlelerini etkileyen “Anadolu erenleri” çizgisini sıralayalım:

  • ·         Ahmet Yesevî (1093-1166),
  • ·         Ahi Evran (1171-1261),
  • ·         Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271),
  • ·         Taptuk Emre (1210-1280?)
  • ·         Sultan Veled (1226-1312),
  • ·         Yunus Emre (1238-1321)
  • ·         Şeyh Bedrettin (1359-1420),
  • ·         Hacı Bayram-ı Veli (1352-1428).
Ne yazık ki gerçek dışı, gereksiz övünmeler giderek popüler hale geliyor ve bu konuda nesnel değerlendirmeler yapılmasını zorlaştırıyor. Örneğin: “Osmanlı... İslam tefekkürünün, biliminin, kültür ve sanatının şahikasına ulaştığı bir zirve medeniyettir[ii].

İkinci olarak Osmanlı tarihinin dönemlerini hatırlayalım. Osmanlı Devletinin küçük bir beylik olarak 13. Yüzyıl sonu 14. Yüzyıl başında kurulduğunu biliyoruz.  15. Yüzyıl başında, bildiğimiz gibi, Anadolu büyük bir Moğol saldırısıyla karşılaştı. 1402 Ankara savaşında Timur’un I. Bayezid’ı yenmesinin adından oldukça kısa bir sürede devlet toparlandı. Zaten Moğollar da yağmacı bir topluluk olarak Anadolu’ya yerleşmeyi pek düşünmüyorlardı. Timur hemen geriye Horasan’a döndü.
Tarihçiler Osmanlı Devletinin Yükseliş (veya Olgunluk, Klasik, Altın...) Dönemine geçtiği köşe taşını 1453’de İstanbul’un fethi ile tanımlar. Yükselişi 1579 da Sokullu Mehmet Paşanın ölümü ile sonlandırır[iii]. Ardından Duraklama Dönemi (1579 - 1699), Gerileme Dönemi (1699 - 1792), Dağılma ve Yıkılış Dönemleri (1792 - 1918) gelir. 

Kısacası Yükseliş Dönemi 15. Yüzyıl ortası ile 16. Yüzyıl sonunu kapsayan yaklaşık 150 yıldır. Osmanlı’nın bu altın dönemde, çevremizde Osmanlı devleti ile karşılaştırılacak başka bir güç olmadığını biliyoruz. Bu nedenle Osmanlı, Avrupa’ya yakından izlemeye değer bulmamakta belki de haklıydı. Oysa bu 150 yıllık dönemde Avrupa’nın düşünce ve bilim alanında çok önemli –sanırım o günlerde kendilerinin de önemini tam olarak kavrayamadıkları- adımlar atılıp bundan sonraki gelişmeler için bir altyapı oluşturuldu. 

Öncelikle 14 – 17 Yüzyıllarda İtalya yarımadasının Kuzeyinde başlayıp bütün Avrupa’ya yayılan Rönesans çeşitli boyutlarıyla insanı ön plana çıkarttı. Reform kapsamında yoksul Avrupa’yı yüzyıllarca kasıp kavuran mezhep savaşları, o dönemde Osmanlı’dan bakınca her halde “gavurların arasındaki anlamsız çatışmalar “ olarak görülüyordu[iv]. Oysa Avrupa’da bu yıkıcı din-mezhep savaşlarının olumlu hiç bir sonuç vermediğinin görülmesi, din – mezhep kavramlarının toplum yönetiminde söz sahibi olmayıp bireyin vicdanına çekilmesinin yararlı olacağı anlaşılması başlı başına çok büyük bir aşamadır. (Ne yazık ki İslam coğrafyasında hala ulaşılamamış bir aşama!)
Kısacası rönesans – reform bireyi dogmaların baskısından kurtarıp sanat - düşünce – doğaya bakış konularında özgürleştirerek önemli gelişmelere yol açtı. Avrupa’da 1450 – 1600 arasında oluşan altyapının kısa vadeli sonuçları kapsamında, bilimsel yöntemin babası olarak tanınan Francis Bacon (1561–1626) ile akılcılığın önderi René Descartes (1596 – 1650) adlarını anmak sanırım yeterli olacaktır[v].

Şimdi bilimle ilişkisini daha doğrudan kurabileceğimiz birkaç alanda, değindiğimiz 150 yıldaki gelişmelere özellikle dikkat ederek, Osmanlı’da ve Avrupa’da gözlediğimiz gelişmelere kısaca bakalım.

GÖKBİLİM

Dünyanın evrenin merkezinde sabit durduğu; Güneş, gezegen ve yıldızların dünya çevresinde döndüğü tezi binlerce yıldır egemen tezdi. Dünyanın kendi ekseni çevresinde ve güneş çevresindeki yörüngesinde döndüğü tezi 1543’de öne sürüldü (Nicolaus Copernicus, De revolutionibus orbium coelestium – Gök Cisimlerinin Yörüngeleri, 1543). Tycho Brahe Kopenhag yakınlarında Hven adasında kurduğu Uraniburg gözlemevi (1576) ve burada yaptığı hassas gözlemlerle biliniyor. Elde ettiği değerli veriler ölümünün ardından Johannes Kepler (1571–1630) tarafından değerlendirildi ve gök cisimlerinin temel hareket yasalarını oluşturdu. Galileo Galilei’nin (1564–1642) teleskopla yaptığı gözlemler ve güneş merkezli sistemi güçlü bir biçimde savunmasının ardında Isaac Newton (1642–1727) bu sistemin matematiksel altyapısını oluşturdu. Böylece bilim, binlerce yıllık dünya merkezli düşünce – inanç sistemini yıkmış oldu.

İslam geleneğinde de gökbilim çok önem verilen bir alan olagelmişti. Takvim hazırlamak günlük namaz vakitlerini belirlemek  için muvakkit;  önemli işlerin ne zaman yapılması gerektiğini belirlemek için müneccimler yetiştiriliyordu. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da ilm-i heye (astronomi) ile ilm-i nücum (astroloji) iç içeydi. Çok eskilere gitmeden Timur’un torunu Uluğ Bey’in Semerkant’ta bir gözlemevi kurduğu (1420), burada yürütülen çalışmalar sonucunda “Uluğ Bey Zici” olarak bilinen bir astronomi çizelgesi hazırlattığını biliyoruz. Fatih Sultan Mehmet büyük bir öngörü ile gökbilimin önemini sezmiş, bu gözlemevinde yetişen uzmanların ve oluşturulan bilginin Osmanlı’ya aktarılmasına çalışmıştır. Semerkant gözlemevi yöneticisi Ali Kuşçu’nun İstanbul’a getirilip kurulan medreseler sisteminin başına atanması bu çabayı gösterir. 

Bizim açımızdan çok ilginç bir nokta Tycho Brahe’nin Kopenhag’da gözlemevini kurduğu dönemde İstanbul’da da Takiyüdin’in bir gözlem evinin kurmasıdır. 16. Yüzyıl Osmanlı gökbiliminin ve matematiğinin en büyük ismi kuşkusuz Takiyüddin Muhammed ibn Ma’ruf’dur (1521 – 1585). Semerkant gözlemevinin Ali Kuşçu’dan sonraki yöneticisi Kutbettin Efendi’nin İstanbul’a getirdiği kitapları devralan (1553)[vi] Takiyüddin, Sokullu Mehmet Paşa’nın da desteğini alarak 1575’de Padişah III. Murat’tan yıldız gözlemleri yapılarak Uluğ Bey Astronomi Çizelgesinin yenilenmesi konusunda ferman aldı.  Gözlemevi İstanbul’da Tophane sırtlarında 1577’de çalışmaya başladı[vii]. Burada yapılan gözlemlerin Tyho Brahe’nin gözlemlerinden “daha hassas” olduğu da yazılıyor. Ama 1577’de gökyüzünde bir kuyruklu yıldızın belirmesi, ardından 1578’de İstanbul’da bir veba salgını görülmesi, bir gözlemevi yaptıran Hükümdarların sonunun Uluğ Bey gibi kötü olacağının, hatta halk arasında “meleklerin bacaklarına bakıyorlar” gibi söylentilerin yayılması sonunda Şeyhülislam Ahmed Şemseddin’nin önerisi ve Padişah III. Murat’ın emri ile 1580 Ocak ayında gözlemevi Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkıldı[viii]

Burada olayın birkaç acı yönüne dikkat çekmek istiyorum. Birincisi yönetimin bilinci. Bizim gözlemevimizin padişah fermanıyla yıkılmasına karşılık, Brahe’nin 1601’deki ölümünün ardından Danimarka Kralı IV Christian’ın Brahe’nin çalışmalarının sürdürülmesi için Kopenhag’da yeni bir gözlemevi yaptırdığını görüyoruz. (Yuvarlak Kule – Rundetaarn adıyla bilinen bu tarihi gözlemevini günümüzde amatör astronomlar kullanıyor, turistler geziyor ve övünülerek Brache tanıtılıyor.)

İkinci ilginç nokta ise o güne dek hazırlanan astronomi çizelgelerinde 60 tabanlı sayı sistemi kullanılırken gökbilim çalışmaları yanında çok iyi bir matematikçi olan Takiyüddin’in 10 tabanlı sistemde hesaplamaların daha kolay yapılacağını belirtip bunu önermesidir. Takiyüddin’in bu ileri görüşlülüğüne rağmen, gözlemevimiz yıkıldıktan sonra 18. Yüzyıl sonuna dek Takiyüddin astronomi çizelgesi değil, Uluğ Bey astronomi çizelgesi ve 10 tabanlı sistem değil, 60 tabanlı sistem kullanılmaya devam etti.

Üçüncü ilginç nokta İstanbul’daki gözlemevinin yıldız haritalarından en fazla yararlanıp açık denizde yolunu belirlemesi gereken donanmaya, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılması. Ayrı bir bölümde değineceğimiz coğrafi keşiflerde, uzun deniz yolculuklarında astronomi bilgisinin çok önemli olduğunun farkına varılıp Paris Gözlemevi 1671’de, Greenwich Gözlemevi 1675’de bu gereksinim doğrultusunda kurulmuştu. 

Ne yazık ki güneş merkezli sistemin Osmanlı aydınların tanıtılması için 18. Yüzyıla kadar beklememiz gerekiyor[ix]. Bilim çevrelerinde bu konudaki görüş ayrılığı 19. Yüzyılda bile sürmüştür. Örneğin 1817’de Mühendishâne-i Berî-i Humâyun Başhocalığına atanan Seyyid Ali Paşa, İslam kaynaklarına dayanarak Yer merkezli sistemi savunmuştu. Bu okulun Başhocalığına 1830’da atanan İshak Efenidi, ise “Mecmûa-i Ulûm-i Riyaziye” adlı eserinde: “Hata olması muhtemel ise de Kopernik görüşünün ilm-i hikmete daha uygun olduğu kesindir” diyor.

18. Yüzyıl başında Paris’e elçi olarak giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi Paris Gözlem evini ziyaret etmiş ve Cassini’nin astronomi çizelgesinden bir kopyayı İstanbul’a getirmişti[x].  Bu çizelge 1772’de Tercüme-i Zic-i Cassini adı ile çevrildi ve yenilikçi Padişah III. Selim de 1800’den itibaren takvimlerin Cassini astronomi çizelgesine göre hazırlanması emrini verdi. Bilindiği gibi yine bir gerici ayaklanması III. Selim’in boğulması ile sonuçlandı (Kabakçı Mustafa isyanı - 1807).
 
Dünyanın güneş çevresinde dönüp dönmediği ilk bakışta bilimsel bir tartışma konusu olarak görülebilir. Oysa güneşin büyük evrende bir yıldız olması, dünyanın birçok gezegen gibi güneşin çevresinde dönmesi, tüm evrenin insan için yaratıldığını vurgulayan din merkezli görüşe çok ters bir düşünsel boyut getiriyor ve Batı dünyasında dogmaların egemenliğine önemli bir darbe indiriyordu.
Osmanlı’nın ikinci gözlemevi için 300 yıla yakın bir süre beklememiz gerekti. Rasathane-i Amire, 1863’de gökyüzü incelemelerinden çok meteorolojik olayları incelemek için kurulduysa da kısa sürede gökyüzü gözlemleri yapmak için donanım almaya başladı. Ne yazık ki bu gözlemevinin yaşamı da çok uzun süremedi 31 Mart 1909 ayaklanmasında gericiler binayı yaktılar, aletleri parçaladılar.

1910’da Maarif Vekaletinin bir gözlemevi kurulması için girişimleri olduysa da araya giren savaş yılları gerekli bütçenin ayrılmasına olanak vermedi ve Kandilli Gözlemevi için gerekli bütçenin sağlanması Cumhuriyet dönemine 1925-26 yıllarına kaldı.

COĞRAFİ KEŞİFLER VE YAĞMA

İber yarımadası, hem Akdeniz gemiciliğini hem de Okyanus gemiciliğini yaşayan; Katolik egemenliği öncesinde Müslüman ve Musevi kültürlerinin yoğrulduğu bir coğrafyadır. Bu özellikleri ile 15. Yüzyılda İber yarımadasında gemi ve yelken yapımında çağ açan bir sentez oluştu. Portekizliler Afrika’nın Batı kıyılarını izleyerek adım adım Güney’e ilerleyip Ümit Burnunu dönerek Hindistan’a ulaştılar (Vasco de Gama – 1498).  İspanyollar ise Batı’ya yönelip Amerika kıtasına ayakbastılar (Kolomb – 1492). Ardından F. Magellan dünya çevresini döndü (1519 – 1522).
Bu keşiflerin birçok alanda sonuçları oldu. Öncelikle bilinen ekonominin sonu oldu. Yeni keşfedilen topraklardaki değerli madenler ve tarım ürünleri yağmalandı, yeni dünyada yağmalanan altın eski dünyada enflasyona neden oldu,  koloniler kurulup ticaret “küreselleşti”, Afrikalı köleler Amerika topraklarında kullanılmaya başlandı ve Avrupa’lılar artık Hindistan, Çin, Filipinler, Endonezya gibi ülkelere gitmek için Asya’dan ve Osmanlı topraklarından geçmek zorunda değildi.
Düşünce-inanç açısından Kutsal kitaplarda bu ülkelere, bitki ve hayvanlara ait hiçbir işaret bulunamaması kutsal kitapların tek bilgi kaynağı olarak kullanılması konusunda kuşkuları güçlendirdi.

Bilim ve teknoloji açısından bakıldığında okyanus aşırı yolculuklar, okyanuslara dayanıklı gemi gövdeleri ve yelkenler geliştirilmesi yanında astronomi ve zaman ölçümü konularında da önemli bir “talep” oluştu.  

Bu gelişmelerin Osmanlı’da nasıl değerlendirildiğini ayrıntılarıyla bilmiyoruz. Ama bazı Osmanlı aydınlarınca bir şeylerin farkında olduklarını görüyoruz. Örneğin ünlü denizcimiz Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinden (yazımı 1513) aldığım aşağıdaki satırları okuyalım. 

Portekiz’in Afrika’nın Batı sahilinde yıllar süren bir çaba ile Hlndistan’a ulaşmak için adım adım Güneye inmesi ve Afrika’da kıymetli madenler bulması hakkında:

“O denizi şöyle ki siz bulasız
Dürlü ma’denlere kadir olasız”...
“Dir ki evvel Hind yolın çok araduk
Arpa – arpa kıl be-kıl hep taradık”..

Ümit Burnu’nu “meydan (yol) başıdır Hind yoluna” olarak anar. Hatta bu çalışmaların bilimsel altyapısının da farkındadır Piri Reis:

Bunu (Çin yolunu) evvel bulmadı kimse ey yar
Şimdi anda her fünûn (fenler) üzre tamam
Şuğeder hep keştibanân (bütün denizciler -fenle- meşguldür) her zaman

Ne yazık ki Amerika kıyılarını gösteren haritasıyla adeta bir popüler kültür nesnesi olan Piri Reis, aslında çizdiği bu haritayı padişaha sunarak ve yukarıdaki satırları yazarak Osmanlı denizcilerinin Okyanuslara açılmasının öncülüğünü yapmak istemişti. 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanı ile Piri Reis’in boynu vuruldu. Bu konuda tarihçiler çeşitli nedenler öne sürseler de bu ileri görüşlü denizcimizin idamının çok olumsuz ve kalıcı etkileri olduğu kuşkusuz.

Piri Reis’in 1538 seferinin ardından 1551, 1553 ve 1553 seferlerinin de gösterdiği gibi Osmanlı donanması hiç olmazsa Hint Okyanusunda etkin olmak için çabaladı ve onun ardından Murat Reis ve Seydi Ali Reis de bu çabayı sürdürdü. Ama son seferde gemilerin Hint Okyanusunun sert sularına dayanamaması ve Seydi Ali Reis ve bir avuç denizcisinin kara yoluyla İstanbul’a dönmesi Hint  Okyanusu serüveninin sonunu getirdi. “Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi.”[xi]

MATBAA

Çeşitli basım yöntemlerinin çok eskilere uzanan kökleri olsa da “matbaanın icadını” kalıplarda hazırlanan metal harflerin dizimi ile kitap basımı olarak tanımlarsak, J. Gutenberg’in Almanya’nın Mainz kentinde 1450’lerin ortasında matbaayı icat ettiğini belirtebiliriz. Bu çok yaralı buluş kısa sürede çeşitli Avrupa kentlerine yayıldı. Örneğin 1464’de İtalyanca, 1473’de İngilizce kitaplar ve 1600’lerin başında Almanya’da sonunda İngiltere’de gazeteler basılmaya başladı.

Bu buluşun İncil’in ve dua kitaplarının yaygınlaşması, okuma – yazma becerisinin din adamları ve seçkinler dışına çıkması, kalıcı bilgiye ulaşma olanağının sağlanması ve giderek toplumsal ve bilimsel birikimin oluşup yayılması gibi toplumu dönüştürücü etkileri oldu. Kilisede yalnızca rahibin seçip okuduğu İncil bölümlerini dinleyerek onun yorumunu anlamaya çalışan cemaat yerine, evinde İncil’in bütününü, hatta ilgilendiği din dışı konularda kitapları okuyabilen bireyler oluştu. Bu konuda ilk Batı tarzı roman olarak bilinen Don Kişot’un 1615’de basılması hatırlanabilir.

Osmanlı’da Türkçe kitap basımındaki gecikmenin etkileri, sıklıkla vurgulanan ve iyi bilinen bir konudur. Bu nedenle burada yalnızca değinmek istiyorum. İlginç olan bir yön Yahudilerin 1494, Ermenilerin 1567, Rumların 1627 yılında İstanbul’da matbaa kurmasına izin verilmesi, ama Müslümanlar için Şeyhül İslamın ve Padişahın bir türlü izin vermemesidir. İbrahim Müteferrika ve Yirmisekizzade Sait Efendi’nin Müslümanlar için izin alabilmesi ise ancak 1727’de gerçekleşebilmiştir.

ÜNİVERSİTE – MEDRESE - ÇELEBİLER

Avrupa’da yüksek öğrenim 6. Yüzyıldan başlayarak yüzlerce manastır ve katedralde dağınık bir dini  eğitim biçimindeydi. Din temelli bir hukuk sisteminin yayılması (canonical law) paralelinde şehirleşmenin geliştirdiği zanaat - ticaret, hukuk ve muhasebe gibi bilgiler konusunda gereksinim oluşturdu. Öğrencilerine her alanda geçerli olan evrensel – universal bilgiler verse de ilk üniversiteler yüksek öğrenimin yerleşik gelenekleri doğrultusunda Hıristiyan temellerinden pek uzaklaşmadılar. Hatta Hıristiyan mezheplerinin oluşmasından sonra da üniversiteler dini bağlantılarını sürdürdüler. Örneğin Bologna (Kuruluş 1088), Oxford (Kuruluş 1096), Cambridge (Kuruluş 1209), Paris (Kuruluş 1257) gibi üniversiteler ülkelerinde yerleşik din ve mezheplerden öğretmen/öğrenci alırlardı[xii].
Bu nedenle bu yazıda ilgilendiğimiz fen alanında (o zamanki terminoljiye göre doğa felsefesi – natural philosophy) birçok öncü bilimsel çalışma ve buluş, üniversiteler dışında örgütlendi[xiii]. Bazıları zengin kişilerin desteği ile bireysel girişimlerdi (Mersenne, Herber de Montmor, Sir Thomas Gresham, John Wallis...). Bazıları daha kurumsal nitelik kazandılar. Hatta krallıklar tarafından kurulup desteklendiler. Özellikle gözleme önem veren Accademia dei Lincei[xiv] 1603’de Roma’da kuruldu. 1657’de Floransa’da Galileo’nun iki öğrencisi Accademia del Cimento’yu kurdu. 1596’da Londra’da kurulan Gresham Colledge’ı 1660’da kısaca Royal Society olarak bilinen Royal Society of London for Improving Natural Knowledge izledi. Paris’de 1666’da Académie Royale des Sciences kuruldu. Almanya’da da çeşitli bilim dernekleri 1620’den beri görüldü. Ama uzun soluklu ve etkin Königlich-Preußische Akademie der Wissenschaften – Prusya Kraliyet Bilimler Akademisinin kuruluşu Berlin’de 1700’de gerçekleşti. Kısacası 17. Yüzyılın sonuna geldiğimizde Avrupa’nın hemen her ülkesinde bilimlerin geliştirilmesi ve yayılması için akademiler kurulmuştu.

Ayrıca zaman içinde gelişen kentsoylu sınıfı, bilim – teknoloji gereksinimini karşılamak için teolojik çalışmalar üzerinde yoğunlaşan üniversiteler üzerinde baskı oluşturup 18. ve 19. Yüzyıllarda onların modern üniversitelere dönüşmesini ve bu gereksinim doğrultusunda yeni üniversiteler kurulmasını sağladı.

İslam dünyasında yüksek öğrenim kurumlarının kökleri de çok eskilere uzanıyor (Fas’da Al – Karaouin 859, Mısır’da Al - Ezher 970, İran’da kökleri Nizamiye 1065...). Osmanı da bu geleneğe çok erken bir dönemde sahip çıkmış ve Orhan Gazi İznik’de 1321 yılında ilk Osmanlı medresesini açmıştı[xv]. Özellikle dini konularda eğitim veren medreselerde bizim açımızdan yılın ayları, kutsal günleri, namaz vakitlerini, sahur – imsak gibi vakitleri gözleyen muvakkitlerin de yetiştirildiğini, Aristo – Batlamyus coğrafyasına dayanan kitaplar okunduğunu belirtebiliriz. Yeni güçlü medreseler açmanın yanında, medreseleri sınıflayan, eğitimi bir sistem haline getirip kademeli bir program oluşturan ve bu sistemin başına –yukarıda andığım- astronom Ali Kuşçu’yu atayan yine Fatih Sultan Mehmet oldu. 

17. yüzyıla geldiğimizde Avrupa gibi Osmanlı’da da medrese dışında fen ve başka ülkelerdeki gelişmelerle ilgilenen aydınlar çevresi oluştu. Bu kapsamda Katip Çelebi (1609 - 1657), Evliya Çelebi (1611 – 1682), Eremya Çelebi Kömürciyan (1637 – 1695), Hezarfen Hüseyin Çelebi (ölümü 1691), Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’yi (1670 - 1732) anabiliriz. Hatta bu çizgi İbrahim Müteferrika (1674 - 1745) ve Yirmisekizzade Mehmet Sait Efendi (Ölümü 1761) gibi aydınlarla 18. Yüzyıla da uzandı. Prof. Cemal Kafadar “çelebiler çağı” olarak nitelediği bu aydınların “kariyer patikalarını terk ederek veya böyle bir çizgiye hiç girmeyerek  dönemin ruhuna ışık tuttuğunu” vurguluyor[xvi].
Bu dönemde medrese eğitiminde din dışı konuların incelenmesi  –Katip Çelebi’nin sertçe eleştirdiği gibi-  giderek yok olmuş, müderrislerin ücreti ve toplum içindeki önemi oldukça azalmıştı. Medrese dışındaki aydınlar “divan hocası” diye anılmaya başladılar. Doğa bilimleriyle uğraşanlar medrese hocalığı dışında geçim kaynakları bulmaya çalıştılar. Örneğin hekimbaşlarının  evlerinin önünde bir dükkan açarak yaptıkları ilaçları sattığını; baruthane, darphane, tersane... eminlerinin günümüz mühendislerine benzer görevler üstlenip ücretli çalıştığını görüyoruz[xvii].

Evliya Çelebi yazdığı 10 ciltlik büyük eseri “Seyyahatname” ile ünlüdür. Hemen hemen bütün Osmanlı topraklarını gezdi. Günümüz Türkiyesine ek olarak Kafkaslar, Hazer kıyıları, Volga kıyıları, Balkanlar, Doğu Avrupa, Arap yarımadası, Kuzey-Doğu Afrika’da birçok kenti gezdi ve haklarında yazdı. Kendi deyimiyle “...ellibir yıl seyâhadle on sekiz pâdişâhlık yeri geşt-ü güzâr” etti. “Seyahatname”, 17 dile çevrildi ve yabancılar tarafından da çok incelendi. Bu arada duyup aktardığı söylenceler yanlış anlaşılıp abartılı bir seyahatname yazdığı, hatta görmediği bazı yerleri anlattığı kanısı da yayıldı. Oysa kendi gözlemleri yanında gezdiği ülkelerde anlatılan öykülere de yer verdiği, bu anlamda çok değerli bir toplumsal derleme yaptığı unutulmamalıdır. 

Seyahatname”nin ilk 6 cildini Ahmet Cevdet Paşa 1898’de bastı. II. Abdülhamit sansüründen kaçmak için bazı bölümler çevrilmedi. 7 ve 8. ciltler 1928’de Türk Tarih Encümeni tarafından, 9 ve 10. Ciltler ise Maarif Vekaleti tarafından 1935 ve 1944’de basıldı[xviii]

Katip Çelebi medresede değil enderundaki eğitim yıllarının ardından IV. Murat’ın seferlerine (Tercan-1624, Bağdat-1625, Halep-1633, Revan-1635) katılmış, sonra da kendini okumaya ve yazmaya adamıştı. Toplumun manevi yönü geliştirmek isterken bunun dogmalarla değil özellikle felsefe ve pozitif bilimleri savunarak yapması, daha önceleri medreselerde felsefe ve bilimler okutulduğunu, sonradan kaldırıldığını vurgulaması ilginçtir. Avrupa tarihi, coğrafya ve denizcilik tarihi özel ilgi alanıydı. En tanınmış yapıtı iki kez yazdığı, çok kapsamlı coğrafya ve toplumsal bilgiler kitabı “Cihannüma”dır. Osmanlı’nın durakladığını fark eden ve buna karşı öneriler geliştiren bir aydın olarak öne çıkar. “Tuhfetü'l-Kibar fi Esfari'l-Bihar” da kuruluş döneminden 1656'ya kadar Osmanlı Denizciliği'nin bir tarihçesi yanında Osmanlı Donanmasının, tersane ve bahriye örgütünün işleyişini anlatır, kaptan-ı deryaların yaşam öykülerini verir. Sonunda da son zamanlarda denizlerde uğranılan başarısızlıkları giderme yolundaki öğütlerini sıralar. “Düsturü'l-Amel li-Islahi'l-Halel”de ise Osmanlı Toplumu’nun başarısı için reaya, asker ve hazine konularında alınması gerekli önlemleri sıralar, öğütler verir [xix].

Katip Çelebi’de gördüğümüz bu duyarlılık faklı biçimlerde diğer çelebilerde de görülür. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris incelemeleri, Evliya Çelebinin Viyana’da izlediği bir beyin ameliyatından veya çarklı mekanik sistemlerden hayranlıkla söz etmesi... Salim Aydüz, “Telif faaliyetlerinin yanında farklı bir şekilde yürütülen tercüme çalışmaları ile Osmanlı tarihinde ilk defa sistemli bir tercüme hareketi yaşanmıştır. Bu dönemden önce ve sonra da devlet ricali tarafından çeşitli eserlerin tercüme ettirildiği bilinmektedir. Ancak bu dönemin farklılığı III. Ahmed ve İbrâhim Paşa'nın bu tercüme faaliyetininin daha süratli yürümesi için heyetler teşkil ettirmeleridir.[xx]

Ne yazık ki Osmanlı tarihinde eğlence alemleri ile ünlenen Lale Devrini sona ediren gerici ayaklanmalar zincirinden Patrona Halil isyanı (1730) ile bu çevre dağıtıldı, çelebiler öldürüldü veya sürüldü. Örneğin Yirmisekiz Mehmet Çelebi Kıbrıs’a sürüldü, Yanyalı Esad ileri yaşında sürüldüğü Mekke yolunda öldü. İbrahim Müteferrika ise isyan sonrasında adeta bilenmiş olarak düşünsel yönü de olan Cihannüma gibi kitaplar basmaya başladı[xxi].

BİLİMSEL DEVRİM ve SONUÇ

1500’lerin ortası ile 1600’lerin sonu arasında Avrupa’da astronomi, matematik, fizik, kimya ve biyolojide (özellikle insan anatomisinde) bir  dizi ve yoğun gelişmeler yaşandı ve toplumun doğa hakkındaki görüşlerini temelden değişti. Uzmanlar bu dönüşümün başlangıcı konusunda hemfikir değilse de çoğu bilimsel devrimi, yukarıda değinilen “De revolutionibus orbium coelestium” adlı kitabını bastığı 1543 tarihinden başlatıyor. En büyük darbelerin köşetaşları Galileo’nun 1632’de yazdığı “Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo - İki Temel Dünya Sistemi Hakkında Diyalog” ve Isaac Newton’un 1687’de basılan “Mathematical principles of natural philosophy – Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri”.

Eğer bilimsel devrimi, “bir  dizi ve yoğun gelişmelerin toplumun doğa hakkındaki görüşlerini temelden değiştirdiği dönem” olarak tanımlarsak, bilim tarihinde birçok devrim yaşandı[xxii]. 16. Yüzyılda başlayıp 17. Yüzyıl boyunca devam eden bilimsel devrim ise:

  • Bir yandan “toplumun doğa hakkındaki görüşlerini temelden değiştirdi” (2000 yıllık Aristotales fiziğini, Ptolomaios gökbilimini, Galenos – İbni Sina tıbbını yıktı);
  • Diğer yandan da bilgi üretimi için gözlem, deney ve matematiksel gösterime dayalı yeni bir yöntem geliştirdi[xxiii].
İşte son birkaç yüzyılda gözlediğimiz ve giderek hızını artırıp günümüz gelişmiş toplumlarını “bilgi çağına” taşıyan bu yöntem oldu. Ne yazık ki bu yöntemi uygulayamayan toplumlar da geri kaldı!
 “Osmanlı Devleti neden yıkıldı?” sorusuna yanıt bulmak beni çok aşan bir konu. Ama sanırım yukarıdaki birkaç örnek en azından “Osmanlı’da bilim-teknoloji Batı’nın neden gerisinde kaldı?” sorusuna bir yaklaşım sağlayabilir. 

Bir kere Batı’nın önemli adımlar atıp gelişim altyapısı oluşturduğu dönemde Osmanlı çok güçlüydü ve genel olarak bunlarla pek ilgilenmedi[xxiv]. Birçok konudaki gelişmeleri izleyen Osmanlı bilim adamları, denizcileri, aydınları, çelebileri, yöneticilerinin çabaları oldu. Ne yazık ki bazen yöneticilerden, bazen halk kitlelerinden yükselen dini dogmalar ve gerici ayaklanmalar bu çabaları yendi. 

Osmanlı ülemasında yetenekli ve başarılı kişileri görmezden gelmek kadar, onlara romantik övgüler yazarak “sistemin” onları nasıl ezdiğini tartışmamak da yanlıştır. Osmanlı’daki ve Avrupa’daki gelişmelerin karşılaştırmalı bir yöntemle izlenmesi ve Osmanlı’daki çabaların neden başarılı olamadığının gerçekçi biçimde açık yüreklilikle incelenmesi gereklidir.


[i] İhsanoğlu, E., Osmanlı Bilim Mirası, Yapı Kredi Yayınları, 2017.
[ii] Eren, Güler, Osmanlı, Cilt 1, Sunuş, (Ed. Güler Eren), Ankara, 1999.
[iii] Dönemler konusunda bazı görüş ayrılıkları var. Örneğin duraklama veya gerilemenin başlangıcı olarak Katip Çelebi 1593’de Celali isyanlarını, Nâima 1683 Viyana bozgununu belirtir. Ben günümüzde tarih eğitimindeki köşetaşlarını anıyorum.
[iv] Rönesans ve Reform konusunda da tarihçiler belirli tarih aralıkları vermekte zorlanıyor. Ama Rönesansın Petrarca (1304 – 1374), Bocaccio (1313 – 1375) gibi şairlerle başladığı ve Leonardo da Vinci (1452 – 1519), Michalangelo (1475 – 1564) gibi ustalarla zirveye çıktığı söylenebilir. Reform için ise 1517’de Martin Luther’in Papaya karşı tezlerini Wittenberg kilisesinin kapısına asmasını anabiliriz. (Ne garip bir raslantıdır ki Yavuz Sultan Selim de bu tarihte Halifeliği Osmanlı saltanatına getirmiş ve Sünni Müslümanlığı egemen kılmıştır!)
[v] F. Bacon’un İngiltere Başbakanı (Lord Chancellor) olduğunu ve çok pragmatik bir yaklaşımla bilimi “insanın durumunun iyileştirilmesi” için kullanılacağını belirttiğini ekliyeyim. (Kaynak: Collin A. Ronan, Bilim Tarihi, s. 416, TÜBİTAK Yayınları: Ankara, 1983
[vi] Unat, Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim, s. 142, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[vii] Unat, Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim, s. 143, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[viii] Şeyhül İslam Ahmed Şemseddin’in fetvası: “ihracı rasad meş’um ve perde-i esrarı felekiyeye küttahane ittilan cür’etin vehamet ve akibeti meczundur; hiçbir mülkte mübaşeret olunmadı ki mamur iken harap ve bünyanı devleti zelzelenaki inkilâp almaya(Kaynak: Hülya Yeşilyaprak, 14-15 Mayıs 2012 tarihinde "Türkiye'de Teleskoplarla Bilim Sempozyumu” ve 27 Ağustos-1 Eylül 2012 tarihinde “XVIII. Ulusal Astronomi  ve Uzay Bilimleri Kongresi”)
[ix] İbrahim Müteferrika Katip Çelebi’nin Cihannüma’sını basarken geniş bir ek yazdı (1732). Katip Çelebi, Güneş merkezli sistenden hiç söz etmezken Müteferrika bu sistemi de tanıttı. Müteferrika bundan bir yıl sonra Atlas Coestis’i “Mecmuâtü Hey’et el-Kadîme ve’l Cedîde”adıyla çevirdi. Burada Batlamyus’tan övgü ile söz etse de, Güneş merkezli sistemi savundu.
[x] Unat, Yavuz, Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim, s. 214, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2008.
[xi] Sancar, Erdinç, Türk Denizcilik Tarihi, s. 154, IQ Kültür Sanat Yayıncılık: İstanbul, 2006.
[xii]Buna karşılık Venedik’teki Padova Üniversitesinin ihahiyat fakültesi ve mezhep bağı olmadığını, Yahudi, Ermeni, Rum öğrencileri kabul ettiğini bu nedenle Osmanlı tebaasından birçok gayrı müslimin burada eğitim gördüğünü vurgulamalıyım. Kuşkusuz bunun nedeni Venedik’in Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de etkin bir denizci-tüccar devlet olmasıdır.
[xiii] Westall, Richard, Modern Bilimin Oluşumu, TÜBTAK Yayınları: Ankara, 2004.
[xiv] “Lincei” sözcüğü, gözlemi vurgulamak için keskin gözleri ile bilinen “Lynx” (vaşak) sözcüğünden türetilmişti.
[xv] Uzunçarşılı, Prof. Dr. İ Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt 1, s. 322, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1972 – 1978.
[xvi] http://medyascope.tv/2017/06/20/kultur-ve-tarih-sohbetleri-57-cemal-kafadar-ile-17-yuzyil-celebiler-cagi/
[xvii] Dr. Arun Küçük, https://www.youtube.com/watch?v=DRjuqidMErM.
[xviii] Dağlı, Yücel, Osmanlı, Cilt 8, s. 344, (Ed. Güler Eren), Ankara, 1999.
[xix] Karlıağ, Bekir (Ed.), Doğumunun 400. Yıldönümünde Kâtip Çelebi, Kültür Bakanlığı: Ankara, 2009.
[xx] Aydüz, Salim, “Lale Devrinde Yapılan İlmi Faaliyetler1 http://www.academia.edu/1371980/Bilimsel_Faaliyet_Açısından_Lale_Devri
[xxi] İbrahim Müteferrika’nın kurduğu bu matbaa, ilk kitabın basıldığı 1729’dan kapandığı 1797 yılına kadar ancak 18 yıl çalıştırılabilmiştir. Matbaanın çalıştığı bu 18 yıl içinde de 23 (ikinci baskılar, ikinci ve üçüncü ciltler de sayılırsa 31) kitap yayımlanabilmiştir. Bunların toplam baskı sayısının da 27 bini geçmediği söylenebilir.
[xxii] Ronan, A. Colin, Bilim Tarihi, s. 301, TÜBİTAK Yayınları: Ankara, 1983.
[xxiii] İnönü, Erdal, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı, s. 16, Türkiye bilimler Akademisi Yayınlları: Ankara, 2003.
[xxiv] Bu yazının konusu fen, ama Osmanlı, kendini çok güçlü gördüğü dönemde ekonomi alanında da benzer biçimde Avrupa’daki gelişmeleri görmedi. Örneğin serbest ithalat politikasıyla 14 ve 15. Yüzyıllarda  Ceneviz, Venedik ve Floransa’ya verilenlerin ardından 1569’da Fransa’ya, 1580’de İngiltere’ye, 1612’de Hollanda’ya da  ticaret ayrıcalıkları verdi. (Kaynak: İnalcık, Halil, Devlet-i 'Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar - I: klasik dönem (1302-1606), İş Bankası Yayınları: İstanbul, 2009.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder