25 Mayıs 2014 Pazar

DÜŞÜNSEL ÖNCÜLER


Modern-Postmodern başlığı altında toplamak istediğim çalışmalar ağırlıklı olarak 19. ve 20. Yüzyılda yoğunlaşacak. Ama 19. Yüzyıl modernleşmesi kuşkusuz kendinden önceki dönemlerin, özellikle 18. Aydınlanmasının bir devamı olarak gelişti. Çok kısa da olsa başlangıç noktasını tanımlamak için bu mirasa bakmalıyım.

18. Yüzyıl toplumsal hareket açısından değerlendirilirse Aydınlanma çağıdır. Bu yalnızca birkaç filozofun kendi yakın çevrelerinde okunacak biçimde düşüncelerini yazmaları değil Voltaire,’in “Rezaleti Süpürün -  Écrasez l’infâme” diye seslenen saldırgan makaleleri, edebiyatçıların, gazetecilerin Denis Diderot ve Jean le Rond d'Alembert gibi ansiklopedi yazarlarının çalışmaları ile gerçek bir toplumsal harekettir.  17. ve 18. Yüzyıla yaşamış, bir yandan kendi çağlarına damgalarını vurmuş böylece Modern dönemin oluşumuna önemli düşünsel katkılarda bulunmuş iki çizgiyi ve birkaç düşünürü anmalıyım. Önce Aydınlanma’nın iki temel düşünsel sütunu, Kıta Avrupası Akılcılığına (rationalism) ve Britanya Deneyciliğinin (empricism) genel hatlarına değinmek; ardından Rousseau, Kant ve Hegel’e biraz daha yakından bakmak istiyorum.

Kuşkusuz andığım bu düşünürlerden her biri –ve anamadığım daha niceleri- düşünce dünyamıza birkaç cümleyle özetlenemeyecek büyük katkılar yaptılar. Ama burada yalnızca Modern dünyanın oluşumuna katkıları açısından çok kısaca ele alabileceğim.

KITA AVRUPA’SINDA AKILCILIK


Renè Descartes (1569-1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) ve Bahuch Spinoza da Kıta Avrupa’sındaki Akılcılığın önderleri olarak anılabilir.
Akılcılık temel olarak hakikatin ölçütünün duyularımızdan kaynaklanmadığını, bilginin akıl yürütme ve özellikle tümdengelim (deduction) yöntemiyle oluştuğunu öne sürer. Akılcılar öncelikle hakikatin mantıksal bir yapısı olduğuna inanır. Bu nedenle hakikati bulmak için fiziksel bir kanıt aramaya gerek yoktur. Kavramlarımızı ve bilgimizi duyularımızdan ve deneyimlerimizden bağımsız olarak oluşturabiliriz. Akılcı yaklaşım konusunda da çeşitli dereceler vardır. Bilgiye ulaşmanın tek yolunun akıl olduğu, deneyin hiç önemsiz olduğunu belirten Akılcılar olduğu gibi; hem aklın hem da deneyin bilgiye ulaşmak için geçerli yöntemler olduğunu; ama Aklın önceliği olduğunu vurgulayanlar da vardır.

Modern felsefenin babası olarak nitelenen ve Akılcılığın öncüsü olduğunu söyleyebileceğimiz Descartes, hakikate ulaşılamayacağını söyleyen kuşkuculuğa (scepticism) bir yanıt olarak Bilgi Kuramına (episemology) yöntemsel kuşkuculukla yaklaştı. Öncelikle kuşku duyulabilecek her türlü bir fikri reddetti.  Eğer kuşku varsa birisi düşünüyor ve kuşku duyuyor demekti.  Öyleyse düşünen bir kişi olarak kendi vardı,  (düşünüyorum öyleyse varım – Cogito ergo sum). Ardından bir zincir oluşturup akıl yoluyla bir dizi hakikate, bilgiye ulaşılabileceğini öne sürdü (Yöntem Üzerine Söylev - Discours de la méthode, 1637).

Descartes, duyularımızın bizi aldatabileceğini “balmumu argümanı” olarak bilinen bir argümanla savunur. Balmumu aynı malzeme olduğu halde duyu organlarımız soğukken ve sıcakken onu tümüyle farklı algılar. “Gözlerimle gördüğümü sandığım bir şey aslında yalnızca zihnimdeki akıl yürütme ile kavranmıştır” (1644). (Felsefenin İlkeleri - Principia philosophiae, 1644).
Descartes’ın din konusundaki düşünceleri çok tartışmalıdır. Samimi bir Katolik olduğuna inananlar olduğu gibi Deist hatta tanrısız olduğunu savunanlar da vardır.  Kesin olan önderi olduğu Akılcılığın kilise tarafından pek de hoş karşılanmadığı, Papa’nın 1663’de Descartes’in kitaplarını Yasaklanan Kitaplar Listesine aldığıdır. Kilisenin dogmatik yaklaşımda hakikat, kuşkuya veya kanıtlamaya yer verilmeyecek biçimde insanüstü bir biçimde sunulurken Descartes’ın kuşku ile başlaması, Akıl yürütme ile kuşkudan arınmış hakikati bulmaya çalışması dini otorite tarafından hoş görülemezdi. Bu akıl yürütme sonucunda Tanrı’nın var olduğu sonucuna varılsa bile (ki Descartes böyle diyordu) yöntem çok tehlikeliydi.

Descartes’ın felsefe yanında matematiğe katkısı da çok büyük oldu. Kendi adıyla anılan Kartezyen sistem günümüz cebrinin ve analitik geometrinin temel koordinat sistemidir. Zaten Akılcı düşünürlerin birçoğunun aynı zamanda matematikçi olduğunu biliyoruz. Bu kapsamda Leibniz’in de matematiğe yatığı büyük katkıları anmalıyız.

BRİTANYA’DA DENEYCİLİK


Avrupa’da Rönesans’tan beri bilim konusunda çığır açan gelişmeler gözleniyordu. Özellikle doğa bilimlerinde yürüttüğü çalışmalarla Francis Bacon 17. Yüzyılda bilimsel yöntemi oluşturmuş (Yeni Bilim Yöntemi-Novum Organum Scientiarum, 1620) ve bilimsel devrime büyük bir ivme kazandırmıştı. Bu gelişmelerin felsefe alanına da yansıması kaçınılmazdı. John Locke (1632-1704) bu çizgiyi geliştirerek 18. Yüzyılda felsefe ve bilimlerinde deneycilik akımının öncüsü oldu. George Berkeley (1685-1753) ve David Hume (1711-1776) da bu çizgide ilerleyerek deneyciliğe önemli katkılarda bulundular.

Deneycilik çoğunlukla doğa bilimcileri tarafından kullanıldı. Bilgi Kuramı (epistemology) açısından bilginin duyusal (sensory) deneye dayandığını öne sürer. Bilgi geçici ve olasılıksaldır. Sürekli gözden geçirmelere, ölçü aletlerine, ölçme yöntemlerine, doğrulama ve yanlışlamalara tabidir.

Modern toplumun düşünce yapısının oluşmasında çok önemli yeri olan düşünürlerden biri hiç kuşkusuz Aydınlanma’nın önde gelen düşünürü ve Klasik Liberalizmin babası John Locke’dır. Deneyciliği en güzel tanımlayan Tabula Rasa kavamını da ona borçluyuz. İnsan bilincinin doğuşta boş bir yazı tahtası (tabula rasa) olduğunu, yaşadıkça, deneylerimizle bunu doldurduğumuzu öne sürdü (İnsan Anlayışı Konusunda Bir Çalışma - An Essay Concerning Human Understanding, 1690). Locke’un bu yapıtta geliştirdiği fikirler bugün Batı düşünce sistemindeki benliğin oluşumu kavramının temelinde yer alır.

Deneyci düşünürlerin din konusundaki düşünceleri de öncü niteliktedir. Öncelikle kıta Avrupa’sındaki din savaşlarının bu düşünürleri değerlendirmeler yapmaya ittiğini biliyoruz. Din savaşları dönemini Almanya’daki köylü isyanları ile başlatır (1524), Westphalia anlaşmasıyla sonlandırırsak (1648), 100 yıldan fazla süren çatışmaların anısının Deneyci düşünürlerin yaşadığı dönemde çok taze olduğunu söyleyebiliriz. Dinsel konularda hoşgörü kavramı başkalarının fikirleri konusunda öncelikle üzerinde durdukları temel ilkeydi (Locke, Hoşgörü Konusunda Mektuplar - Letters Concerning Toleration 1689–92). Din hakkında kendilerinin fikirlerine gelince deneyciler kuşkuculuk ile kilise dogmaları arasında bir orta yol oluşturmaya çalıştılar. Genellikle Tanrı’nın varlığına inanmakla birlikte bilimsel ve deneysel yaklaşımları nedeniyle mucizelere ve Tanrı’nın gündelik dünya işlerini yönettiğine inanmadılar (Deism). Tanrı evreni yaratmış, doğal yasaları belirlemiş, erdem, ahlak gibi konularda kurallar koymuş ama bundan sonra evren bu yasalar çerçevesinde doğaüstü olaylar yaşanmadan düzeni sürdürmüştür. Bu görüşlerin kilisenin ve diğer muhafazakâr din kurumlarının birçok görüşü ile çatışması kaçınılmazdır. Deneyci düşünürlerin bu muhafazakâr düşünce biçimleriyle, öncelikle de İncil’deki mucizeler ve Hristiyanlıktaki Üçleme (Trinity) kavramı ile çatıştığını görüyoruz. Deneyciliğin önderi olan Lock’u örnek alırsak Lock’un ömrü boyunca bu konuda bir arayış içinde buluyoruz. Üçleme’nin Calvinci (Calvinist trinitarianism) yorumu ile başlayan dinsel görüşlerden sonra Hz. İsa’nın doğumundan önce varlığını ve kutsallığını sorgulayan (Socinian Christology) ve yine Üçleme inancına ters gelecek biçimde baba olarak Tanrı’nın, oğul olarak İsa’dan üstün olmasının gerektiğini (Arian) savunduğunu biliyoruz.
Locke düşünürlüğünün yanında etkin bir politikacıydı. İç savaşta Parlamento güçlerinde süvari olarak çarpışmış, mutlakıyete karşı, anayasal monarşiden yana tutumuyla bilinen Whigs partisinde yer almış, Görkemli Devrimin (Glorious Revolution,1688) savunucularından biri olmuş, politik görüşleri nedeniyle sürgüne gitmiş bir liberal politikacıdır.

17. Yüzyıl başlarında Britanya kapitalizmin ilk aşaması başlamıştı. Tarım toprakları feodal beylerin elinden çıkmış, büyük çiftlikler örgütlenmiş, köylü serf bağlarından kurtulup tarım işçisi haline gelmiş ve merkantilist uygulamalar ülke bütününü kapsayan büyük bir pazar oluşturmuştu. Teknoloji tarihçileri Endüstri devriminin İngiltere’de 17. Yüzyılın ikinci yarısında dokuma tezgâhları, buhar gücü ve demir-çelik teknolojilerinde sağlanan yeniliklerle başladığını belirtirler. Bu gelişmelerin İngiltere ve İskoçya’da düşünce yaşamına da yansıdığını görüyoruz. Varlığı, değeri yaratanın insan emeği olduğu, malların üretiminde harcanan emeğin veya üretimde varlık kullanımının üretilen malların sahipliğini doğruladığını, devletin yurttaşlarının varlıklarına keyfi olarak düzenleyemeyeceği gibi klasik liberal ekonominin ilkeleri bu dönemde vurgulandı (Locke, Hükümet Üzerine İki TezTwo Treatises of Government, 1689). Arz-Talep Kuramı oluşturuldu (Locke, Faizlerin Azaltılması ve Paranın Değerinin Yükseltilmesinin Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler - Some Considerations on the Consequences of the Lowering of Interest and the Raising of the Value of Money, 1691). Bu ekonomik yaklaşım Locke’dan sonra gelen David Hume (1711-1776) ve özellikle Adam Smith (1723 – 1790) tarafından geliştirildi. Hume kaynakların sınırlı olması nedeniyle özel mülkiyeti savunur. Hatta varlık eşit dağılmalıdır çünkü mutlak eşitlik israfa ve verimsizliğe yol açacaktır (Hume, Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Çalışma - An Enquiry Concerning the Principles of Morals, 1751). Kuşkusuz çağın ekonomi yazarı Adam Smith’dir. Smith’in en bilinen ifadesi kapitalist düzeni savunurken ileri sürdüğü “yalnızca kendi yararını düşünerek davranan insan adeta görünmez bir el ile kendi amacının ötesinde bir yarar oluşturur” sözüdür (Ülkelerin Zenginliği - The Wealth of Nations, 1776).

Deneyci düşünce İrlanda Aydınlanmacı düşünürlerinin başucu kitaplarını oluşturdu, kıta Avrupa’sında Voltaire ve Rousseau’yu etkiledi. Voltaire’in Locke’u “bilge Locke” diye andığını biliyoruz. ABD kurucuları ve ABD Bağımsızlık Bildirgesine ilham kaynağı oldu. Locke’un tezlerinden (Hükümet Üzerine İki Tez - Two Treatises of Government, 1689) bir bölüm aynen ABD Bağımsızlık Bildirgesine alındı. Thomas Jefferson “Bacon, Locke ve Newton... Onların şimdiye dek yaşamış en yüce üç kişi olduklarına hiç kuşkusuz inanıyorum. Onlar, fizik ve ahlak konularında yükselen her şeyin temelini oluşturdular” der. Lock’un klasik liberalizmi 19. Yüzyılda John Stuart Mill’in faydacılığına (utilitarianism) yol açtı ve kapitalizmin gelişiminde çok büyük bir rol oynadı.

Şimdi de bu kuşaktan 3 düşünüre, Kant, Rousseau ve Hegel’e biraz daha yakından bakalım. Biraz daha yakından çünkü bunların 19. Yüzyıla etkisi daha büyük olacak.

JEAN-JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)


Rousseau’nun temel özelliği Aydınlanmanın getirdiği gelişme kavramına çok eleştirel yaklaşmasıdır. Aydınlanmanın içindedir, ama ona karşı en sert eleştirileri yöneltmiştir. Köktenci bir çatışmacı olarak nitelenebilir. Hiç de Kant gibi orta yolu bulmaya çalışmadı. Yönelttiği eleştiriler çok sert adeta tahrik edicidir. Gelişme ideolojisinde bir çürüme olduğuna dikkatimizi çeker. Çokbilmişlik artıyor ve dürüstlük, özgünlüğü gibi özellikler yitiriliyor.
Kendisine büyük ün kazandıran ilk eserini (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev - Discours sur les sciences et les arts, 1750) nasıl yazdığını şöyle anlatıyor: “Bir gün Mercure de France gazetesini aldım ve yürürken göz atmaya başladım. Dijon Akademisinin o yılki ödüllü yarışmasının konusunun şu olduğunu gördüm: ‘Bilim ve sanattaki gelişmeler daha ahlaklı olmamıza mı yoksa çürümemize mi yol açtı?’ Birden başka bir evren görmeye başladım ve başka bir insan oldum” (İtiraflar – Confessions, 1770). Yarışmaya katılan birçok kişi “sanat ve bilim kuşkusuz gelişime yol açtı, çok yararlı oldu…” çizgisinde yazılar gönderdiler. Rousseau ise tam aksini savundu: “ hükümetler ve yasalar insanların iyi ve güvende olmasını sağlamaya çalışırken sanat ve bilim daha az despot ve herhalde daha güçlü olarak demir zincirlerin üzerine çiçeklerden çelenkler yerleştirdiler. İnsanların doğdukları özgün özgürlüğün duyarlılığını boğdular, köleliklerini sevmelerini sağladılar ve uygar insanlar denen biçime soktular” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, 1750).

Pekiyi, sanat ve bilim bunu nasıl yapar? Rousseau’ya göre yeni gereksinimler yaratarak: “Hiçbir şeye gereksinimi olmayan insan nasıl boyunduruk altına alınır?” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, 1750). Sanat ve bilim lükse yol açtı ve yani bağımlılıklar yarattı. Bu bir gelişme değil kötüleşmedir. “Eski politik düşünürler erdem ve ahlakta söz ederdi. Şimdikiler yalnızca para ve ticaretten söz ediyor” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, 1750) . Eski güzel günlerde daha basit bir yaşam sürüyorduk. Ama mutluyduk. Kendimizi ve çevremizdekileri aldatmak, bir şeyleri gizlemek gerekli değildi.

Rousseau’nun yaşadığı 18. Yüzyıl Fransa’sında ana sınıflar olarak aristokratlar, din adamları ve köylüler vardı. Bunlar arasında köylüler büyük çoğunluktaydı ve yoksulluk batağındaydı. Rousseau’nun dikkat ettiği ikinci nokta bu eşitsizlik oldu. “Bütün bu kötülüklerin kaynağı yeteneklerde fark gözetme ve erdemin aşağılanması ile insanlar arasında oluşturulan ölümcül eşitsizlik değil midir? Bu, bütün çalışmalarımızın en görünür etkisi ve en tehlikeli sonucudur” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, Par. 53 1750). Sanat ve bilim bu eşitsizliği gizleme işlevini yürüttü.
Rousseau’nun eşitlik konusundaki fikirleri çok politiktir. Burada ilerleme ideolojisi, mülkiyet ve devlet bizim talihsizliğimize katkıda bulunur. Çünkü bütün bunlar fakirliği artırarak zenginleri destekler. Aydınlanma kültürümüzü oluşturan bütün bu ideolojiler zenginden yanadır ve eşitliği azaltır. Herkes zenginler gibi olmak istemeye başlar. Artık önemli olan tek şey hiyerarşik bir yapıda üste çıkmaktır. Bu tür bir kültürde insanlığımızı, özgünlüğümüzü yitiririz.

Burada Rousseau’nun Aydınlanma eleştirisinin yönüne dikkat etmeliyiz. Çünkü 18. Yüzyılda statülerini korumak isteyen ve Aydınlanmayı muhafazakâr bir bakış açısıyla eleştirenler çoktu. Örneğin seçkinler halk kitlelerinin eğitilmesini istemiyor, halka bilgi değil inanç gerektiğini savunuyorlardı. Rousseau’nun Aydınlanma eleştirisi ise bambaşka bir açıdan geliyor ve kurulu düzenin temeline yöneliyordu.

Söylev’in son bölümünde büyük bir sürprizle karşılaşırız. Aydınlanma ve gelişme bu denli ağır eleştirildiğine göre doğal insana dönmenin önerilmesini bekleriz. Oysa Rousseau hiç de bu fikirde değildir: “Aydınları kendi sığınaklarında çalışmaya bırakalım. Kendileri için değerli tek ödülü, İnsanların akıl ve hikmet sahibi olmayı öğrenmelerine ve mutlu olmalarına katkı sağlama ödülünü alsınlar” (Sanat ve Bilim Üzerine Söylev, 1750). Her şeyden önce Rousseau geriye dönülemeyeceğini biliyordu. Aydınlanmadan sonra karanlığa dönülemezdi. Hastalığın tedavisi aydınların düşüncelerinin politik değişime yol açmasıydı. En büyük ümidimiz eğitim ile gücü bir araya getirmekti.
Rousseau geçmişe dönülemeyeceğini biliyordu ama “geçmişe özlem” Romantik sanat akımının temelini oluşturdu. “Geçmişe, çatışma öncesindeki günahsız günlerimize özlem” fikri Romantik şiirde, resimde önemli bir yer tuttu.
Sonuç olarak Rousseau’nun tedaviden çok teşhisle ilgilendiğini söylememiz gerekir. Onun katkısı bir uyarıdır, bir eleştiridir.

IMMANUEL KANT (1724-1804)


Kant yaşam biçimi açısından Rousseau’ya tümüyle zıt bir karakterdedir. Son derece düzgün ve kurallara uygun yaşamı ile adeta bir efsane haline gelmiştir. Yürüyüşleri bile o denli düzenliydi ki komşularının onu görünce saatlerini ayarladıkları söylenir. Ama Kant çağdaşı Rousseau’nun eserlerine çok değer verirdi. Hatta Rousseau’nun yeni çıkan kitabına gömülüp yürüyüşe çıkmayı unuttuğu ve komşularının saatlerinin ayarının bozulduğu söylenir!
Rousseau duyguları ile büyük bir coşku ile yazan bir düşünürdü. Kant ise çok sistematik, düzenli ve savunduğu düşünce sisteminden beklenebileceği gibi “akılcı” bir üslupta yazdı.

Kant her şeyden önce bir Aydınlanma dönemi düşünürüdür. Bu dönemde toplumda büyük bir gelişme olduğunu herkes görüyordu. Ama özellikle egemen çevreler bu gelişmenin olumsuz sonuçlar doğuracağından, toplumda kargaşa yaratacağından, düzeni bozacağından kaygılıydı. Kant (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt - Beantwortung der Frage: Was ist Aufklärung? 1784) adlı makalesinde düşünce, eğitim gibi alanlarda gözlenen gelişmenin analizini yapar ve bunun yalnızca halk kitleleri için değil tüm toplumun ilerlemesine yol açarak egemenler için de olumlu sonuçlar getireceğini göstermeyi amaçlar.
Önce Aydınlanma’nın büyük düşünüründen Aydınlanma’nın tanımını okuyalım: “Aydınlanma insanın kendisinin girdiği vesayetten kurtulmasıdır… Bu nedenle Aydınlanmanın sloganı ‘bilmeye cesaret et -Sapere Aude!’dir. Kendi aklını kullanmaya cesaret et” … “insanlara uygulanabilecek yasaların mihenk taşı ‘insanlar bu yasayı kendileri belirleyebilirler miydi?’ sorusunun yanıtıdır” (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt).

Kant Akılcılık ile Deneycilik arasında, diğer bir anlatımla hakikati öznel fikirleri ile aramaya çalışanlar ile hakikati dış dünyada arayalar arasında, bir orta yol bulmaya çalıştı. Ayrıca “inanç için de bir yer ayırmaya” özen gösterdi (Salt Aklın Eleştirisi - Kritik der reinen Vernunft, 1781). Bu ayrım için Kant bilebileceğimiz şeyler, duyularımızla kavrayabileceğimiz olgusal (phenomenal) dünya ile inandığımız, bilgi sahibi olamadığımız (noumenal) dünya terimlerini kullandı. Böylece bilgi ile inanç arasında bir ikilem oluşturdu. Kant böyle yola çıkınca, olgular dünyasında düşüncelerini özgürce geliştirebildi ve Akılcı (rational) düşünce yolunda ilerleyebildi. Olaylara uzay-zaman gözlüğünden (yani aklın süzgecinden geçirerek baktı) ve ancak böylece dünyayı görüp yorumlayabildiğimizi savundu. Dünyayı aklın süzgecinden geçmeden göremiyoruz çünkü phenomenal ve noumenal dünyalar bir arada çalışıyor.
Kant’ın bu orta yol bulma çabasını “yetkiye itaat etme” ve “devrimci bir başkaldırı” arasında takındığı tavırda da görürüz. Kant’a göre bir yandan “kurallara uymalıyız”, diğer yandan “kurallar da bizim içinde yaşamak istediğimiz toplumun kuralları olmalı”.

Kant’ın yaşadığı dönem Prusya’nın büyüdüğü ve daha sonra gerçekleşecek olan Alman birliği yolunda ilerlediği bir dönemdir. Prusya kralı, Kant’ın andığı, gelişme yönünde çok önemli adımlar atan ve “Aydınlanmacı Monarşist” olarak nitelenen Büyük Frederick’tir (1740-1786). Kant Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt’da özelikle Kral ve etkin çevresini Aydınlanmanın iyi bir şey olduğuna inandırma çabasını görüyoruz. Kant hiç de büyük bir devrimci değildir: “Eğer yapay engeller konulmazsa insanlar zaman içinde barbarlıktan çıkacaktır” (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt). Bu cümledeki anahtar kavram “zaman içindedir”. Egemenlerin korkmasına gerek yok! İnsanlara verdiği mesaj açıktır: “İstediğiniz kadar tartışın, ama itaat edin” (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt). Hatta akıl kullanımını “kişisel” ve “kamusal” olarak ikiye ayırır. Kişisel durumlarda bize yetki veren üzerimizde bir otorite vardır. Ona itaat etmemiz gerekir. Oysa kamuya seslenen bir öğretmen, yazar, bilim adamı, din adamı aklını hiçbir kısıtlama olmadan özgürce kullanmalıdır (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt).

Rousseau’nun Aydınlanma’nın içinde yer almakla birlikte daha çok eleştirel bir tavır takındığını; Kant’ın Aydınlanmayı daha büyük bir şevkle savunduğunu; ama çatışma konuları için orta yollar önerdiğini görüyoruz. Kant’ Rousseau’dan çok daha açık vurgulasa da çözüm için her ikisi de Akılcı, Deneyci, iyi eğitim görmüş Aydın güçlü seçkinlere ümit bağlıyor.

GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL (1770-1831)


Hegel’e geldiğimizde Aydınlanma’nın getirdiği gelişme artık “iyi mi-kötü mü?” diye tartışılacak bir konu değil kabul edilmesi ve açıklanması gereken bir olgudur.  Ayrıca Fichte, Schelling ve Hegel gibi Kant’ın öğrencileri phenomenal-noumenal dünya ikilemini kabul etmek istemediler. Hegel bu ikilemi aşmak için tarihe yöneldi. Aslında onun tarihsel gelişimi çok ciddi biçimde inceleyen ilk düşünür olduğunu söyleyebiliriz. Belki de tarihsel gelişime bu denli eğilmesinin nedeni 1789 Fransız devrimi ile çağdaş; ama devrim çalkantılarının içine girmeyecek kadar da uzakta yaşaması neden oldu. Napolyon ordularının tüm Avrupa’yı silip süpürdüğü, ardından Napolyon’un yenilgisiyle Avrupa’da yeni bir politik düzenin kurulduğu bir dönemde yaşadı. Örneğin Zihnin Fenomenolojisi’ni (Phänomenologie des Geistes, 1807) Jena’da tamamladığı gün, Napolyon’un Prusya ordusunu kesin bir yenilgiye uğrattığı gündür.
Avrupa’nın güneyinde ve özellikle Katolik dünyada yaygın olan tarih tezine göre Roma uygarlığından sonra barbar olarak nitelenen çeşitli Alman kavimlerinin güneye inmesiyle karanlık bir çağ başladı. Hatta Luther’in reform çabaları da bu uygarlık (ve Katoliklik) karşıtı çabalarla gelişti. Hegel ise bu yorumlara karşı çıkıp Alman karakterine çok daha saygın bir rol verdi. 

Hegel, her şeyden önce tarihin çok akılcı bir yorumunu yapar: “Tarih incelemesine felsefenin yaptığı en büyük katkı akıldır. Akıl dünyaya egemendir, dünya tarihi de akılcı bir süreçtir” (Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler). Örneğin Felsefe tarihinde gerilere Platon’a gidersek, gerçek dünya ile ideal arasında bir ayrım yapıldığını görürüz. Hegel ise tek bir dünya tanımlar: tarihsel ve akılcı dünya. Tarihte dünya vardır, hakikat vardır.

Tarihsel gelişim önemlidir çünkü Hegel’de şimdiki zaman, yalnızca şimdiyi değil aynı zamanda geçmişi de içerir. Hegel’de çatışma gelişimin temelinde vardır. Rouseau’nun doğal insanla çürümüş insan arasında gördüğü çatışma, Kant’ın olgusal dünya ile inanç dünyası arasında ayrım yaparak kaçmak istediği çatışma Hegel’de gelişmenin ana unsuru olur. Burada Diyalektikten biraz söz etmemiz gerekiyor. Diyalektik aslında antik Yunan düşüncesinde ilk temelleri atılan bir düşünce biçimidir. Gece-gündüz, iyi kötü, doğru-yanlış gibi zıtlıkların bir arada yaşaması, hatta birinin varlığı veya yokluğunun diğerinin varlığını oluşturması çok eski gözlemlerdir. Hegel ise diyalektiği çok daha somut biçimde tarihsel süreçte gördü. Bir olgu (tez), kendi tersini oluşturuyor (anti tez), bu ikisi çatışıyor ve çatışmadan yeni bir olgu (sentez) çıkıyor. Sentez tez veya anti tezin diğerini yenmesi ve egemen olması değil. Her ikisi birlikte sentezi oluşturuyor. Sentezde her ikisinin de payı var. Bu nedenle şimdiki zaman geçmişi de içeriyor.

Hegel’in tarihsel yorumundaki akılcılık ve çatışma kavramı onu Hıristiyanlıktan uzaklaştırmaz. Hegel, bu kavramları özellikle Hristiyan mistik düşüncesi içinde ele alır. Gelişimin temelindeki çatışmaya yol açan, sentezi yaratan özel bir ruhtur. Hıristiyan inancına göre tanrı cisimlenmiş ve insan bedeninde dünyaya gelmiştir. Bu Hegel için dünyanın, dünyada yaşanan tarihin önemini gösteren olağanüstü güzel bir sentezdir, fikirdir. Hakikat dünyadadır, sokaktadır. Hakikati bulmak için yalıtılmış bir yerde düşüncelere dalmak, inancın ilhamını beklemek gerekmez. Hegel düşüncesinde diyalektik konusunda bir örnek verirsek:

  • ·         Tez: Çok güçlü bir Tanrı. Her şeye kâdir, her yerde var, her zaman var…
  • ·         Anti tez: Çok güçsüz insan. Tümüyle kaderini yaşıyor…
  • ·         Sentez: Dünyaya gelen tanrı-İsa Peygamber


Burada Hegel devrimler çağının iyimserliğini taşır: “Tarih özgürlük bilincinin gelişmesinden başka bir şey değildir (Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler).

Hegel’in ulusa ve devlete verdiği önem de ilginçtir. Daha sonra Marx’ın “sınıf” kavramına vereceği önemin bir benzerini Hegel’in “ulus” kavramına verdiğini görüyoruz. Yukarıda özetlenen diyalektik gelişme Hegel’e göre ulusların, (İskender, Sezar ve Napolyon gibi) liderlerin ve devletlerin çatışması ile yürür. Kuşkusuz Hegel kendi çağında bu görevi Alman ulusuna verir. Katolik dünyada Kilise ’ye devletin üstünde bir yer verilmesini sert biçimde eleştirir ve devletin yurttaşları için değil; insanların devletleri içi olduğu sonucuna varır.

Bu görüşleriyle Hegel’in 19. Yüzyılda, “modern” çağda, bir yandan Karl Marx’a diğer yandan da Friedrich Nietzsche’ye temel oluşturacağını göreceğiz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder