4 Haziran 2014 Çarşamba

CHARLES BAUDELAIRE (1821-1867)

Baudelaire’i önemli bir şair olarak tanırız. Burada daha çok düşünsel boyutuna ve bu boyutun şiirlerine yansımasına değineceğim. Öncelikle Baudelaire’in tıpkı bu bloğun bir başka sayfasında andığımız Neitzsche gibi “ahlak yerine yoğunluğun vurgulanması” açısından ilginç olduğunu belirtmeliyim. Bir anatomi uzmanının insan bedenini kesip incelediği gibi çevresindeki dünyayı parçalarına ayırıp inceler. Örneğin Flaubert de toplumu parçalar, inceler ve en sert biçimde eleştirir ama o dünyanın içine girip kirlenmek istemez. Buna karşılık Baudelaire yaşamın içine atlar ve yüzer. Seks ve uyuşturucu onun için gündelik yaşamın birer parçasıdır. Zaten ölümü de bir fahişeden kaptığı frengi nedeniyledir.


Otoriteye karşı nefreti çocuk yaşta başlar. Babası François Baudelaire, yirmi altı yaşındaki annesi Caroline ile evlendiğinde altmış yaşındaydı. Babası öldüğünde ise Charles altı yaşındadır. Ölen babasının ardından annesi bir subayla evlenir ve Charles yaşadığı Paris’ten uzağa Lyon’daki bir okula gönderilir. Bu okuldan kısa sürede atılan Charles bu kez daha uzağa, Hindistan’daki bir okula gitmek üzere gemiye bindirilir. Gemiden kaçan Charles Paris’e dönmenin bir yolunu bulur. Paris 1848 devriminin coşkulu ilkbaharını yaşamaktadır.  Charles da sokaktaki devrimcilere katılır. Bir söylentiye bir devrimci grubu “General Jacques Aupick’i öldürmeliyiz” diye teşvik eder. Evet! Tahmin ettiğiniz gibi General Aupick, Charles’ın üvey babasıdır. Grup bu işe kalkışmayınca bu kez eline bir silah alan Charles, bir meydan saatine ateş eder. Çünkü zamanı durdurmak, bir işi yapmanın hiçbir zamanı olmaması Charles’a göre en devrimci harekettir.

Ne yazık ki 1848 ayaklanması yaz aylarında ordu tarafından vahşice bastırılır. Ardından Louis-Napoléon’un baskıcı rejimi gelir (1848-1870). Bu dönemde özellikle Paris adeta yıkılıp yeniden yapılır. Mimar Baron Haussmann yönetiminde Paris Avrupa şehirleri içinde en büyük değişikliğe uğrayan şehir olur. Günümüz Paris’inde gördüğümüz geniş bulvarlar, büyük meydanlar yapılır. Bu bulvarlar üzerinde iş yerleri kurulur, bankalar (Crédit Lyonnais, 1863; Societe General,1864), büyük mağazalar açılır (Bon Marché, 1852; Printemps, 1865). Bu şehirleşme hareketinden önce yalnızca kendi bölgelerinde yaşayan Paris halkı şehir merkezine gelir ve daha önce hiç birbirini görmemiş insanlar geniş bulvarların kaldırımlarında karşılaşır ve kelimenin tam anlamıyla birbirine çarpar.
İşte Baudelaire’in ünlü düzyazı-şiirlerinde bu Paris’i görürüz. Örneğin Paris Sıkıntısı (Spleen de Paris)[1] bu açıdan belirgin özellikler taşır.
Paris’in kargaşası, gürültüsü dayanılmaz boyutlara çıkmıştır: “Hele şükür! Yalızım! Gecikmiş, yorgunluktan bitmiş birkaç arabanın uğultusundan başka bir şey duyulmuyor artık. Dinlenişe ermesek de sessizliğe ereceğiz birkaç saat boyunca. Hele şükür! İnsan yüzünün acımasız baskısından kurtuldum…” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Sabah Saat Birde s. 17). “Yeni yılın patırtısı sarmış her yanı; içinden binlerce araba geçen, oyuncaklarla, şekercilerle kıvılcımlar saçan, hırsızlarla, umutsuzluklarla dolup taşan çamur ve kar kargaşası bir büyük kentin en güçlü yalnızın bile kafasını allak bulak edecek kadar zorlu yalnızlığı” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s. 58).

Zenginler yoksullara kalp paralarla bahşiş verirler: “Bir yoksulla karşılaştık, titreyerek kasketini uzattı bize. Bu yalvaran gözlerin dilsiz konuşmasından daha üzücü bir şey bilmiyorum ben, okumasını bilen duyarlı insan için, hem sonsuz bir alçakgönüllülük hem de sonsuz bir serzenişle doludurlar. Kamçılanan köpeklerin yaşlı gözlerinde de bu karışık duygu derinliğine yaklaşan bir şey vardır” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Kara Para s. 64).

Yoksullar kentin görkemli Cafe’lerini hayranlıkla seyreder: “Yoksul dünyanın tüm altınları gelmiş de bu duvarlara yerleşmiş sanki…Ama ancak bizim gibi olmayanların girebilecekleri bir yer burası” derler. Buna karşılık güzel zengin genç kızlar “Şu insanlar da ne çekilmez şeyler böyle, gözleri araba kapıları gibi açılmış…. Garsona söyleseniz de şunları buradan uzaklaştırsa” diye düşünürler (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s. 58).
Sakin sakin ekmeğimi keserken çok hafif bir gürültü üzerine başımı kaldırdım. Önümde üstü paramparça, saçı başı darmadağını, kara, ufak bir yaratık durmaktaydı, çökük, ürkek, yalvarmaklı gözleriyle ekmeğimi yiyordu. Sonra alçak ve boğuk bir sesle, içini çeke çeke pasta sözcüğünü söylediğini duydum” (Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Yoksulların Gözleri s. 58).

Baudelaire yalnızca şiirler yazmakla yetinmez. Sanat ve edebiyat evreninde modernlik konusundaki düşünceleriyle ve makaleleri ile de öne çıkar. Bu arada modernlik konusuna edebiyat açısından bir tanım getirir: “Modernlik terimiyle ben geçici, süreksiz, kaçak, olası, rastlantısal olanı kastediyorum” (Baudelaire, The Painter of Modern Life [1864]). Demek ki modernliğin başlangıcında, modern öncesi dönem kalıcı, sürekli, rastlantısal olmayan bir düzen olarak görülüyormuş!

Kısacası Baudelaire’de modern yaşam biçimi konusuna 1800’lerin ikinci yarısındaki bir pencereden bakıp büyük kent yaşamına ilk yansımaları görüyorum.



[1] C. Baudelaire, Spleen de Paris. Paris Sıkıntısı Çev. Tahsin Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, özgün basım Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder