22 Haziran 2014 Pazar

KARL MARX (1818-1883)

Yapıtlarının çokluğu, toplum yaşamına etkisinin büyüklüğü, düşünce dünyamıza olduğu kadar eylem alanında da önderliği açılarından kısa bir blog sayfasında değerlendirilemeyecek kadar büyük bir düşünürle karşı karşıyayız. Ayrıca Karl Marx ve Friedrich Engels’in (1820-1895) çalışmalarını birlikte ele alacağımı vurgulamak isterim. Sınırlı amacım ve bu sayfaların boyutu bu iki düşünürü ayrı ayrı ele almama izin vermiyor. Burada Marxizmden çok küçük bir kesit alıp özellikle modern toplum yapısına etkisine değinmeye çalışacağım.

Marx’ın erken döneminde özellikle yabancılaşma kavramı üzerinde durduğunu görüyoruz. Kapitalizm ve sanayileşme öncesinde bir şey üreten kişi, örneğin kendi atölyesinde demir döverek bir pulluk üreten insan, ürünü benimsiyor, üretimi ile öğünüyordu. Bir anlamda üretimle kendini de geliştiriyor ve üretiyordu. 

Oysa bir sanayi tesisinde işçi, kendine ait olmayan bir işyerinde, kendine ait olmayan aletleri kullanarak, işin çok küçük bir parçasını yapıyor, örneğin kendine verilen talimatlar doğrultusunda yalnızca birkaç vida sıkıyor. Sonuç olarak ürünü hiç benimsemiyor. Hatta ne kadar çok ve hızlı çalışırsa o işine o kadar çok yabancılaşıyor: “Ekonomi politik temelinde işçinin bir tüketim nesnesi düzeyine alçaldığını gördük. Hem de çok sefil bir tüketim nesnesi. Üstelik sefilliğinin derecesi üretim gücü ve büyüklüğü ile ters orantılıdır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).

 “İşçinin üretimindeki yabancılaşma yalnızca işinin bir nesne olması, kendisinin dışında oluşması, yabancı olması, değil işçinin karşısında bir güç haline gelmesidir” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları,1844).

Giderek özgür zamanı işin dışına kayıyor ve çalışma süresinin artmasıyla kısalıyor: “İşçi, işinin dışındayken kendini hisseder ve işinde kendini hissetmez. İşinin dışında kendini evinde hisseder ve işinde kendini evinde hissetmez…. Son olarak işçi için iş kendi dışında bir karaktere sahip olmuştur, artık başkasınındır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).

Hatta insanlıktan uzaklaşıyor: “Sonuçta insan (işçi) yalnızca hayvansal işlevlerinde –yerken, içerken, sevişirken- veya en iyisinden süslenirken, evindeyken etkin olur. İnsani işlevlerinde kendini bir insan gibi değil hayvan gibi hisseder. Hayvan insan ve insan hayvan olmuştur” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).

Üstelik işçilerin yabancılaşmadan kurtulması yalnızca kendilerine yaramayacaktı: “İşçilerin yabancılaşmış işgücü, özel mülkiyet ilişkileri gibi unsurlardan kurtulması politik yapıya yansıyınca yalnızca onların kurtulması söz konusu değildir; işçilerin kurtulmasıyla insanlık da kurtulacaktır” (Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, 1844).

Marx’a göre iş bizim bir uzantımız olmalıdır. Türümüzün yaşamı (species-life) çalışmamızla kendimizi oluşturmamıza dayanır[1].  Oysa modern yaşamdaki “yabancılaşma” duygusu önemli bir çelişki olarak karşımıza çıkıyor. Üretimdeki bu çelişkiden-çatışmadan yola çıkan Marx’ın tarih felsefesine yöneldiğini görüyoruz. Blogumun “Düşünsel Temeller” bölümünde Hegel’in tarihsel gelişimi “çatışma” temelinde ele aldığını görmüştük. Hegel, tezin kendi karşıtı olarak anti tezi ürettiğini ardından bu çatışmanın sentezin oluşumu ile sonuçlandığını ve bu sentezin de tez haline gelip sarmalın sürdüğünü düşünüyordu. Marx’a göre sarmal doğru ise de bunun idealist bir temele oturtulması yanlıştı “Hegel diyalektiği başı üzerine oturtulmuştu” (Feuerbach Üzerine Tezler, 1845) ve diyalektik süreci maddeci bir temel üzerine oturttu çatışmanın temelinin bir sınıf mücadelesi olduğunu öne sürdü.

Tam bu noktada biraz geriye gidip Avrupa’daki atmosferi hatırlamaya çalışalım. 1789 Fransız devriminin ardından terör dönemi diye adlandırılan dönem gelmişti. Ardından Napolyon’un devrimci ve imparator dönemlerini, Avrupa seferlerini görüyoruz. Napolyon’un yenilgisinin ardından 1815 Viyana Kongresi ile kurulan düzen Avrupa’daki krallıkların bir süre daha kendi varlıklarını koruma çabalarını simgeler. Ama bu düzen pek de sakin ve uzun ömürlü olamamıştır.
  • Örneğin Fransa politik çalkantılar içindeydi. 1820’de 10. Charles tahta çıkmış, devrim basıncını önlemeğe çalışmıştı. Ama 1830’da isyan dalgası yeniden kitleleri harekete geçirmiş, kral tahttan indirilmişti. Ayaklanmalar sonucunda çok daha ılımlı, bazılarınca burjuva kral olarak nitelenen Luis-Philippe tahta çıktı[2].
  • Almanca konuşan Avrupa ise hala küçük prensliklere bölünmüş haldeydi. Prusya oldukça muhafazakâr bir yapıda bunları birleştirmeye çalışıyordu. Kant’ın ardından Hegel’de gördüğümüz gibi düşünsel açıdan oldukça verimli çalışmalar yapılıyordu.
  • İngiltere ve İskoçya ise –olumlu ve olumsuz yönleriyle- endüstriyel kapitalizm yolunda Avrupa’ya öncülük ediyordu.

Marx bu ortamda Fransız politikasını, Alman felsefesini ve İngiliz ekonomisini izliyordu.

Yukarıda özetlenen tarih yorumu 1800’lerin ortasında Marx’ı sınıf çatışmasının kaçınılmaz, hatta gerekli olduğu görüşüne yöneltti. Tarih, “tezin” karşısında “anti tezi” oluşturmuştu. Çatışma büyük bir boyuta çıkmıştı. Bir devrim ile senteze ulaşılması gerekiyordu. İşte bu dönemde Marx’ın eylem adamlığı ve gazeteciliği öne çıktı. Birinci Enternasyonal’e (1864, Londra) katıldı.  “Bu günlerde Avrupa’da sık sık bir hayalet görünüyor – komünizm hayaleti” satırları ile başlayan Komünist Manifesto (1847) yayınlandı. Manifestonun ilk satırı kadar son satırı da etkileyici bir sloganla biter: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin![3] Yine çok bilinen “Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi sınıf çatışmasının tarihidir” cümlesi de bu kitapçıktandır. Diğer yandan Marx’ın manifestoda burjuva sınıfına çok önem verdiği gözlenir. Burjuvazinin aristokrasiyi yenmek için işçi sınıfını eğitmesini ve politik arenaya çekmesini ister. Burjuvazinin kralı devirdikten sonra durmak isteyeceğini, birkaç küçük değişiklik yapıp çekileceğini öngörür. Ama artık politik arenaya inmiş ve gücünü görmüş olan işçi sınıfının durmak istemeyeceğini tahmin eder.
Gerçekten 1848 Şubat ayında Fransa’da esmeğe başlayan devrim rüzgârı, ilkbahar aylarında tüm Avrupa’ya yayıldı. Diğer yandan farklı sınıfların farklı istekleri vardı. Kentsoylular güç ve para; köylüler her zamanki gibi toprak; işçiler de iş ve iyi bir ücret istiyordu.  Örneğin kentsoyluların para isteği ile işçilerin iyi ücret isteği çatışıyordu. Devrimci koalisyon Haziran ayında çözülmeye başladı. Ordu kırsal bölgelerden Paris’e çağırılıp ayaklanan işçiler büyük bir vahşetle katledildi. Topçu ateşi birkaç ay önceki müttefiklere yönelmişti. Böylece köklü bir devrimin hemen gerçekleşmeyeceği anlaşıldı: “Günümüzün kuşağı çölde Musa’yı izleyen Yahudilere benziyor. Yalnızca keşfedecekleri yeni bir dünya yok. Aynı zamanda yeni dünya ile başa çıkabilecek insanlara yer açmak için yok olmaları gerekiyor”(Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1850).  Hatta güzel devrim-çirkin devrim nitelemeleriyle bu konuda biraz alaycı bir tutum takınır: “Şubat devrimi evrensel sempati ile karşılanan güzel devrimdi. Çünkü monarşiye karşıydı ve kendi içindeki çelişkiler henüz gelişmemişti. Çelişkiler barışçıl bir uykudaydı… Haziran devrimi çirkin devrimdi. Kirli devrimdi. Çünkü gerçek söylemler ortaya çıkmıştı”(Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1850). Burada gerçek devrim çirkindir. Güzellik onu gizler. Hatta başka bir yerde “özgürlük, eşitlik, kardeşlik aslında piyade, süvari ve topçu demektir” der.

1848’de seçimle gelen Luis-Napoleon Bonapart’ın (III Napolyon) 1852’de imparatorluğunu ilan ettiğini ve 1870’e dek Fransa’yı bir diktatör olarak yönettiğini belirteyim.

Marx’ın önemli bir özelliği de yalnızca düşüncelerini yazdığı kitaplarda yazan bir düşünür olarak kalmaması,  bir eylem adamı olmasıdır. “Düşünürler şimdiye dek yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde yorumladılar; yapılması gereken oysa onu değiştirmektir” (Feuerbach Üzerine Tezler, 1845). Özellikle de Neue Rheinische Zeitung ve New York Daily Tribune gib yayın organlarındaki gazeteciliği ile ve Komünist Birliği (Bund der Communisten), Uluslararası İş Birliği (International Workingmans Association)  ve Alman İşçileri Eğitim Derneği (German Workers' Educational Society) gibi örgütlerdeki çalışmaları ile bunu kanıtlar.

Marx’ın 1852’den sonra çalışmalarını ekonomi alanına yoğunlaştırdığını görüyoruz. Sınıf mücadelesinin altında yatan, daha dipteki sorunları anlamaya, özellikle İngiltere’de gözlediği kapitalizm – sanayi yapılarını, artı değerin oluşumunu ele aldı. Bu dönemin büyük yapıtı Das Kapital (1867-1894) oldu. Çok ana hatlarıyla üç katmanlı bir altyapı tanımladı: doğal yapı (ülkenin coğrafyası, iklimi…), üretim güçleri (sermaye, makinalar, işgücü) ve üretim ilişkileri (feodal, kapitalist…ilişkiler). Bu alt yapı, ülkenin üst yapısını (hukuk, sanat, siyaset…) oluşturuyor. Bir yandan yukarıda sıralanan üç katman, diğer yandan üst yapı ile alt yapı arasında karşılıklı bir iletişim ve etkileşim var.

Her halde Karl Marx yalnızca yaşadığı dönemi değil günümüz kadar uzanan dönemde toplumsal yaşamı en derinden etkileyen; hakkında en büyük övgüler ve en yerici küfürler yazılan; tüm ayrıntıları ile incelenen ve en üstünkörü bir anlayışla sloganlaştırılan… düşünürdür.  






[1] Bu noktada Rousseau’nun doğal yaşamına benzer bir kavram kullandığını görüyoruz.
[2] Şemsiye taşımak veya hisse senedi alıp satmak gibi bir aristokratın asla yapmayacağı işleri yaptığı için bu niteleme yapılmıştı.
[3] Bu slogan Londra’da Highgate Mezarlığındaki mezar taşına de kazınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder