20 Haziran 2014 Cuma

AMIN MALOUF


Amin Maalouf tüm kitaplarını ve hakkında yazılan bulabildiğim tüm değerlendirme ve eleştirileri okuduğum bir yazar.  Yazdıklarını tümüyle benimsiyor muyum? Hayır, hiç de değil! Pekiyi öyleyse neden bu merak? Sanırım benzer sorular-sorunlar üzerinde düşündüğüm için: Biz neden Batının gerisinde kaldık? Neden bu bölgede fanatiklik artıyor? Neden dinsel baskılar, etnik kimlik kaynaklı bölünmeler artıyor? Yanıtlarımız aynı olmayabilir ama bizim coğrafyamızda –Türk, Arap, İranlı, Kürt, … Sünni, Şii…- çoğu aydının Maalouf’la aynı soruları sorduğu bir gerçek. Ama sorulara ve yanıtlarına geçmeden önce Amin Maalof’u biraz tanıyalım.

YAŞAM ÖYKÜSÜ

Amin Maalouf’un aile kökleri Lübnan’ın dağ köyü Ain el Kabou’ya uzanıyor. Annesi Odette Babası Ruchdi, 1945’de Kahire’de evlenmişler. Amin dört çocuğun ikincisi olarak 1949’da doğmuş.

Odette’in annesi Türkiye’de doğmuş, babası Maronit Hıristiyan Lübnan’da doğup Mısır’da çalışmaya gitmiş.

Ruchdi Melchite veya Yunan-Katolik denen bir mezhepten. Bazı Bizans ritüellerine uymakla birlikte Papa’yı tanıyorlar. Atalarından biri bu mezhebin önemli bir din önderi. Oğlu Presbiteryen papazı olmuş. Onun oğlu (Amin’in büyükbabası) din karşıtı bir kişi. Çocuklarının vaftiz edilmesini istememiş. Ailenin Protestan üyeleri çocuklarını İngiliz veya Amerikan okullarına gönderirken, Katolikler Fransız okullarında eğitim almış. Sadık bir Katolik olan Odette oğlu Amin’i Fransız Cizvit okullarında okutmuş (Collège Notre Dame de Jamhour). Üniversiteyi de Lübnan’da tamamlamış (Saint Joseph University- Sosyoloji – Ekonomi Bölümü).

Aile edebiyatçı kişiliği ile de ilginç. Büyük-büyük-büyük amcası Moliére’i ilk kez Arapçaya çeviren kişi. Maalouf ailesinden bir romancı (David Maalouf) Avusturya’da; bir şair (Fawzi Maalouf) Brezilya’da yaşıyor. Amin’in babası da gazeteci, şair ve Batı klasik müziği yayıncısı.

Amin Maalouf üniversite eğitimini bitirdikten sonra 22 Yaşında Lübnan’ın önde gelen Arapça gazetesi Al Nahar’da yazmaya başlamış. Bu görevi sırasında 60’dan fazla ülkeye gitmiş. İndra Gandi ile röportaj yapmış, 1974 yılında Etiyopya’da Marxist darbeyi, 1975’de Saygon’un Kuzey Vietnamlıların eline geçmesini izlemiş.

1971’de sağır çocuklar için açılan bir okulda öğretmen olan Maronit Hıristiyan Andrée ile evlenmiş.

1975 Nisan ayında Lübnan iç savaşı başlayınca bir yıl kadar Beyrut’ta bir Hıristiyan gettosunda yaşamış. 1976’da bir tekneyle Kıbrıs’a geçmiş. Oradan da Paris’e gidip yerleşmiş.  O zamandan beri Fransa’da yaşıyor.

Paris’te önce Jeune Afrique dergisinde gazeteciliğe başlamış. 1979-1982 döneminde Al Nahar’ın Paris merkezli haftalık dergisinin direktörlüğünü yapmış. 1982’de yeniden Jeune Afrique dergisine dönmüş ve 1983’de ilk kitabı, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı denemesi basılmış.

1985’te gazeteciliği bırakmış ve kendini tümüyle kitaplarına vermiş. Hep kurgu-roman yazmak istediğini söylüyor. 1986’da Afrikalı Leo adlı ilk romanı basılmış.  Kitap şu satırlarla başlıyor:

“Hiçbir ülkeden, kentten, kabileden gelmiyorum.  Ben yolların oğluyum…bütün diller ve dualar benimdir. Ama ben onların hiçbirine ait değilim.”
Amin Maalouf bir röportajında “Bunları yazınca sihirli bir şey oldu: Yaşamımın geri kalan kısmında roman yazacağımı anladım” diyor.

Amin-Andrée Maalouf çiftinin üç oğlu oldu. Oğulları Paris’te yaşıyor ve oldukça fazla yolculuk yapıyorlar. Ruchdi avukat, Tarek film özel efektleri yapıyor ve Ziad radyo habercisi.

Malouf için yaşamöyküsünden yola çıkarak söylenmesi gereken şey kültürel altyapısının farklı kimlikli bir ortama dayanması.  Lübnan’ın çoklu etnik ve dini yapısından başlayan bu ortam Fransa’da bir Doğulu olmasıyla devam etmiş

YAPITLARI

Eğer Amin Maalouf’u tek cümlede tanımlamak gerekirse bence “Lübnan asıllı Fransız yazar” demeliyiz.

Lübnan asıllı çünkü: Beyrut’ta doğmuş (1949), okumuş ve çalışmaya başlamış. Paris’e yerleştikten sonra da Orta-Doğu, Lübnan, Arap konularından hiç uzaklaşmamış.

Fransız yazar çünkü: Fransızca yazıyor, 1976’dan beri Paris’te yaşıyor. Zaten Lübnan’daki eğitimi de Fransız Katolik okullarında. 1994’de Fransız edebiyatının en saygın ödülünü Goncourt ödülünü kazanmış.

Oldukça verimli bir yazar. 29 yılda çeşitli türlerde (çoğu roman) 16 yapıtı var.

       Arapların Gözüyle Haçlılar (Les Croisades vues par les Arabes) – 1983 deneme
       Afrikalı Leo (Léon l'Africain) – 1986
       Semerkant (Samarcande) – 1988
       Işık Bahçeleri (Les Jardins de Lumiére) -1991
       Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl (Le premier siècle après Béatrice) -1992
       Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios) – 1993
       Doğunun Limanları (Les Echelles du Levant) – 1996
       Ölümcül Kimlikler (Les Identités meurtrières) – 1998 deneme
       Yüzüncü Ad Baldassare'nin Yolculuğu (Le Périple de Baldassare) – 2000
       Uzaktan Aşk (L'Amour de loin) – 2002 libretto
       Yolların Başlangıcı (Origines – A Memoir) – 2004 deneme
       Adriana Mate –libretto – 2006
       La Passion de Simone - 2006 oratoryo
       Çivisi Çıkmış Dünya (Le Dérèglement du monde) – 2009 deneme
       Ėmille – 2012 libretto
       Doğudan Uzakta (Les désorientés) - 2012


Kuşkusuz Maalouf bir edebiyatçı ve özellikle de romancı. Birkaç romanını bloğumun başka sayfalarında daha geniş ele almak istiyorum. Ama burada Maalouf hakkında genel bir bilgi sunmayı ve değerlendirmeler yapmayı amaçlıyorum. Kısaca birkaç romanının konusuna baksak bile Amin Maalouf’un hangi konularla ilgilendiğini görürüz:

İlk romanı Afrikalı Leo’da İspanyolların 1492’de Gırnata’yı alması üzerine şehirden kaçan Rönesans bilgini ve coğrafyacı Hasan al-Wazzan’ın Gırnata, Fas, Kahire ve Roma’da geçen öyküsü anlatılır. İslam coğrafyasında çeşitli yerleri gezdikten sonra esir olarak Roma’ya gelir, Hıristiyan coğrafyasında ve düşünce yaşamında yer alır.

Semerkant romanında Ömer Hayyam’ın Rubailer kitabının öyküsü anlatılır. Birinci bölümde 11. Yüzyıl İran’ında Ömer Hayyam’ın yaşamı; ikinci bölümde ise Rubailer’in özgün kopyasının 20. Yüzyıl İran’ından Titanik’e uzanan öyküsü yer alır.

Işık Bahçeleri’nde 3. yüzyıl Mezopotamya’sında Maniciliğin kurucusu Mani’nin yaşamı anlatılır. Beyaz Giysili gnostik toplulukta yetişen Mani, “hepimizin içinde ayni kutsal kıvılcım vardır. Hiçbir ırka, sınıfa ait değildir. Erkek veya dişi değildir”  diyen hoşgörü simgesi uzak görüşlü bir genç adamdır.

Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl romanı 21. Yüzyılda geçer. Teknolojik gelişme ile ana-babalar doğacak çocuklarının cinsiyetini belirleme olanağına kavuşurlar. Oysa cinsiyet tercihinin, antik Mısır’dan kalma bir mührün üzerindeki “oğlun olsun ve adın sonsuza dek yaşasın” duasından, 20. Yüzyılda fasulye konserve kutusunun üzerindeki “fasulyenin erkek çocuk sahibi olmak için yararlı olduğu” duyurusuna kadar insanlık kültüründe derin bir yeri vardır.  İnsanların eski geleneklerin boyunduruğu altında kızlara karşı önyargılı olmaları nedeniyle insanlık büyük bir felaketin eşiğindedir.

Tanios Kayası Romanı yine Orta Doğunun çalkantılı bir döneminde geçer. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Balkanlardan getirdiği yenilikçi fikirleri Arap dünyasına yansıtmaya çalışır. Zayıflamış Osmanlı yönetimi yolsuzluklara ve despotluğa gömülmüştür. Romanda 1830’larda Lübnan Osmanlı toprağıyken Fransa ve İngiltere’nin karışması, Katolik-Protestan çatışmalarının başlaması işlenir. Tipik bir Orta Doğu despotu olan emire karşı Tanios’un gösterdiği hoşgörü ile Osmanlı-İngiliz-Fransız baskıcılığına karşı köktenci bir karşı çıkış yerine daha yumuşak bir seçeneğin altı çizilir.
Yolların Başlangıcı otobiyografik bir romandır. Maalouf, çok ilginç kişililerden oluşan ailesinin çevresinde 19. Yüzyıl sonunda, 20.Yüzyıl başında Lübnan’a odaklanır. Ama bu çerçeve hiç de dar değildir. Farklı din ve mezheplerle, farklı dillerle çok farklı kültürlerden oluşan; üstelik göçlerle, yolculuklarla kültürel tabanı daha da genişleyen bir çerçeve çizilir. Kuşkusuz Maalouf’un bu dönemi ele almasının nedeni her -zamanki gibi- günümüzde bu bölgedeki çatışmalara bir yanıt vermektir (Redouane,  “Mémoire et Identité Renaissante dans Origines d'Amin Maalouf”)
Doğu’nun Limanları romanında coğrafya açısından İstanbul’da başlayan Beyrut - Hayfa ve Paris’e uzanan; tarih açısından Birinci Dünya savaşının karışık atmosferinde başlayıp İkinci Dünya Savaşı Fransız Direnişinden geçerek Arap-İsrail savaşına uzanan bir yaşam anlatılır.

Yüzüncü Ad Baldassere’ın Yolculuğu romanının ana kişisi Baldassare Embriaco, Lübnan’da yaşayan Ceneviz’li bir kitap tüccarıdır. Baldassare, kıyamet kopması beklenen 1666’da kurtuluşu getirecek bir kitabı, Tanrının kutsal adını bildiren Yüzüncü Ad kitabını İstanbul, Cenova, Lisbon ve Londra’da arar.

Yolların Başlangıcı otobiyografik bir yapıttır. Yukarıda Amin Maalouf’un yaşam öyküsünde özetlediğimiz birçok bilgiyi bu kitaptan öğreniyoruz. Kuşkusuz Maalouf ailesinin kökleri ve Lübnan’ın çok milliyetli, çok dinli yapısı Amin Maalouf’um temel inanç ve düşüncesinin oluşumu ve biz okuyucuların onu anlayıp değerlendirmesi için çok önemlidir.

AMIN MAALOUF’UN DÜŞÜNSEL YANI

Maalouf gerçekten çok usta bir romancı. Çizdiği tarihsel çerçeve ilginizi çekiyorsa yapıın sürükleyiciliğine kendinizi kaptırıyorsunuz. Romanları kurmaca bir atmosferde fikirlerini iletmesi için çok güzel bir ortam oluşturuyor. Ama denemelerinde, özellikle Çivisi Çıkmış Dünyada düşünceleri tarihsel veya tümüyle kurmaca bir kişi ve öykü çevresinde örülmeden dolaysız bir biçimde anlatılmış. Burada özellikle düşünsel boyutu çeşitli açılardan ele almak istiyorum.

Kimlik Konusu
Temel çerçeve olarak Maalouf,
  • ·        Geçmişte Orta Doğu’da farklı inanç, dil, etnik kökene sahip olsa da barış içinde birlikte yaşadıklarını;
  • ·         Günümüzde ise bu bölgede görülen dinsel-etnik kimlik çatışmasının anlamsızlığını, yanlışlığını ve yıkıcılığını vurguluyor.

Kitaplarında özellikle Orta-Doğu coğrafyasında bu çatışmanın tarihsel köklerini ve günümüzde dayanılmaz bir boyuta varan boyutlarını ele alıyor.

Kimlik konusundaki tartışmalara odaklanan Ölümcül Kimlikler adlı denemesinde Maalouf’un bu konudaki temel tezlerini buluruz. Bir topluluğun dünyanın geri kalanından yalıtılmasına karşı çıkar. Bir yandan kişinin kendi kimliğine sahip çıkması, diğer yandan çağdaş yaşamın bir parçası olması gerektiğini vurgular. Kişiliğin sağlıklı bir biçimde oluşturulmasının, küreselleşme, farlılıkların yontulması ve “düşük düzeyli” diye bazı kültürlerin küçümsenmesine karşı çok etkili panzehir olduğunu gösterir. (Achour, Identité, “Mémoire et Appartenance un Essai d'Amin Maalouf”)

Kimlik konusundaki çatışmanın sakıncalı sonuçları Maalouf’un bakış açısındaki temel altyapıyı oluşturuyor: “Ölümcül kimlik nedir? Kimliği tek taraflı bir aidiyete indirgemek taraf tutucu, katı, hoşgörüsüz, baskıcı, kimi zaman da kendini yok edici bir tavra neden olur ve bu ölümcüldür” (Ölümcül Kimlikler).
Afrikalı Leo karakteri romanın başında şöyle tanıtılır: “Ben, Hasan, tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben Giovanni Leonede Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum fakat Afrikalı değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler, ama ben hiçbir ülkeden değilim. Ben yolların oğluyum. Ülkem kervan, yaşamımsa yolculukarın en beklenmedik olanları. Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksınız, çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aitim ve yakında bir gün yine onlara döneceğim.”

Orta Doğu’nun geçmişinde farklı kimliklerin çatışmasız biçimde yan-yana yaşadığı bilinen bir gerçek. Faklı kimlikler eşit miydi? Kesinlikle hayır! (Bakınız Lewis, Ortadoğu s. 401). Ama faklı dinsel – mezhepsel – etnik kimlikler arasında ölümcül bir çatışma yoktu. Belirli bir bölgede bir kimlik “baskındı. Diğer kimlikler buna boyun eğerdi. Baskın kimlik de diğerlerine aşırı bir baskı uygulamazdı. Bu konuda Maalouf’un oldukça ilginç bir yorumu var. Öncelikle bir “beyaz yalanı” anlatıyor. “Bu köyde kim Müslüman, kim Hıristiyan, kim Musevi bilinmez” diyen ihtiyar yalan söylüyor. Herkes diğerinin kimliğini bilir; ama bu bir “beyaz yalandır”. Çünkü böyle olmasının gerektiği bilinirdi. Bu beyaz yalanın “arkasında gönlü zengin bir niyet vardı” (Doğu’dan Uzakta s. 383).  

Günümüzde bu kimlik sorununun kötüye gittiği Maaluof’un önemle vurguladığı bir konu. Sovyetlerin dağılmasında önce tartışmaların ülkenin gelişmesi kalkınmasına yönelik ideolojik boyutunun önde olduğuna dikkat çekiyor. Oysa Sovyet sisteminin ekonomik ve siyasal yenilgisinin ardından “bölünmelerin temel olarak kimliğe ilişkin olduğu ve tartışmaya pek yer olmayan bir dünyaya geçtiğimizin altını çizmek istiyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya s.20).

Yolculuk – Göç – Sürgün
Yukarıda değinildiği gibi Amin Maalouf Lübnan iç savaşı sırasında ülkesinden ayrılıp Fransa’ya yerleşmiş ve andığımız bütün yapıtlarını Fransa’da Fransızca vermiş bir yazardır. Bütün roman karakterlerinin yaşamının odağında da bir dizi yolculuk - göç – sürgün yer alır. Natalie Zemon Davis, bu kavramı yukarıda değindiğim kökler kavramı ile birleştirip “routes not roots – kökler değil yollar” diye ifade ediyor. Bahri, Maalouf’un “Said sonrasında” yazdığına dikkat çekip bu “yer değiştirmenin uzak Ortaçağ geçmişimiz hakkında özel bir yoruma yol açtığını” ve bu niteliği ile “oryantalizme alegorik bir yanıt verdiğini” vurguluyor. (Bahri, Medievalisms in the Postcolonial World s. 195-197.) Gerçekten Ortaçağın – özellikle Ortaçağdaki Doğu dünyasının – durağanlığı Batı’nın “oryantalist” bakış açısının en önemli temalarından biridir ve Maalouf’un yapıtlarındaki “yolculuklar” çok başka bir bakış açısı getiriyor. (Oryantalizm konusu bloğumun başka bit bölümünde ele alınıyor)

Bazen göçmenler hemen döneceklerini düşünerek ayrılırlar yurtlarından. İspanyolların Endülüs Emevi devletini yıkmaları üzerine “yakında döneceklerini, düşlerinde olduğu gibi evlerinin taşlarının renklerini, bahçelerinin kokusunu, havuzlarının suyunu dokunulmamış değiştirilmemiş bulacaklarını düşünerek birçok Gırnata’lı evlerinin anahtarlarını duvarlarına astı” (Afrikalı Leo). Bazen de hiç dönmeyecek biçimde nefretle kaçarlar: “… sonra kırgın ve bezgin, Orta Doğudan olanca uzağa göç etmeğe karar vermiş. Avustralya’ya Melbourne’e” (Doğunun Limanları, s. 134).

Yolculuk – göç – sürgün bu bölgenin içinde birçok trajedi barındıran Tevrat’tan beri dile getirilen bir olgusudur. Amin Maalouf, eski dönemlerdeki öyküleri anlatırken okuyucuda çağdaş çağrışımlar gelişir. Sanırım yazarın da amacı budur. Göç konusunda da karakterleri ikilemler yaşar. Öncelikle “Başka bir ülkede oturma hakkı kazanmanın basit bir idari girişim değil varoluşsal bir seçim” olduğunu vurgular (Doğu’dan Uzakta s.64). Bu seçim önemli bir soruyu getirir “… ellerimiz temiz kalsın diye Doğu Akdeniz’den uzaklaşmak zorunda kaldık. Bunda utanılacak bir şey yok, ama ahlaki ikilemlerimize tek çözüm yolu olarak sürgünü göstermek akıl dışı olur” (Doğu’dan Uzakta s. 166).

İç savaş sırasında Lübnan’da kalan bir dul, gidenleri çok acı biçimde eleştirebilir: “Çekip gidenler en kurnaz olanlar. Güzel memleketlere gidersin, yaşarsın, çalışırsın, eğlenirsin, dünyayı keşfedersin. Savaştan sonra da geri dönersin. Eski ülken seni bekliyordur. Ne tek bir el ateş etmene ne de tek bir damla kan dökmene gerek olmuştur. Hatta kendinde kirlenmiş elleri sıkmama hakkını bile bulursun” (Doğu’dan Uzakta s. 170).

Maalouf’un “yolculuk” temasının, coğrafyadaki yolculuk yanında “kişinin iç yolculuğu” boyutu olduğunu da belirtmeliyim. Birçok roman kahramanı bir iç yolculuk yaşar. Sanırım bunun en açık örneklerinden birini Tanios Kayasında görürüz. Bu romanın 9 bölümü, kahramanın geçirdiği 9 aşamanın anlatıldığı 9 “passage” olarak düzenlenmiştir. (Antoine Sassin, “Le ‘Rite de Passage’ Chez Amin Maalouf”)

Geçmiş
Maalouf’un hemen[WU1]  hemen bütün yapıtları “geçmişte” ve bugün “Orta Doğu” olarak tanımladığımız coğrafyada geçer. Bilindiği gibi Batı kültüründe Roma İmparatorluğunun çöküşü (MS 500) ile Rönesans uyanışı (MS 1500) arasındaki yaklaşık 1000 yıl Avrupa’da yitirilmiş bir “orta” dönem “medium aevum” olarak alınır. Örneğin İngilizcede “mediaval”, “tarihsel olarak Ortaçağa ait” anlamından çok “çok eski” çağrışımı yapar. Maalouf için ise Haçlı Seferlerini ele aldığı ilk kitabından başlayarak bu dönem özel bir ilgi alanıdır. Doğunun uygarlıkta önde olduğu bir dönemdir. Bu açıdan Maalouf kültür tarihçileri tarafından değerlendirilir (Davis (Ed.), Medievalisms in the Postcolonial Word).

Sanırım burada Doğu kültürü konusunda çok etkili yapıtlar vermiş bir başka Arap’ı anmam gerekiyor: Edward Said. 1935 Kudüs doğumlu Edward Said ABD’de yaşadı, 1978 basımlı Oryantalizm kitabı ile ünlendi. Yaşamı boyunca da özellikle İngiliz Fransız ve ardından Amerikalıların başını çektiği oryantalist görüşlerle savaştı. Oryantalizmi “birkaç neslin birlikte çalışarak meydana getirdiği” önemli bir “yalan kumkuması”, “doktrin ve uygulama paketi” olarak tanımladı. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da insanların tarihi yazdığını, bir düşün geleneği, bir hayal dünyası ve kelime hazinesi geliştirdiğini ve oysa oryantalizmde Batılının “üstün” konumunun yansıtıldığını vurguladı.

Oryantalist yazarların Batı’dan Doğu’ya bakmaları karşısında Maalouf Batı’da yaşar ama Doğu kaynaklıdır. Bu anlamda Batı’nın oryantalist yaklaşımları ile ortak olduğu ve zıt olduğu yönler vardır.
 
Maalouf’un sorusu ayrıntıları kuşkusuz Arap-İslam odaklı:  “Arap-İslam âleminin modernlik yanlısı seçkinleri, kuşaklardan beri, bu çözümsüz sorunu boşuna çözmeye uğraşıyorlardı: Java’dan Fas’a kadar ülkelerine hükmeden ve kaynaklarını denetim altında tutan Avrupalı güçlerin hegemonyasına boyun eğmeden nasıl Avrupalılaşabilirlerdi?” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 22) Sorunun “çözümsüzlüğü” konusundaki umutsuzluk yanında “hegemonya altında olmak” ve “Arap” ulusalcılığının sorunları önemli boyutlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakınca Türklerin önemli kazanımları var. Hem başarılı bir Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığımızı sağlamamız, hem de Atatürkçü Devrimlerle çağdaşlaşma yolunda büyük adımlar atmamız çok önemli kazanımlar. Her halde bizim temel sorunlarımız bu çağdaşlaşmanın toplumda yeterli derinlik kazanmaması, bağımsızlığımızın sınırlılığı, son 60 yılda giderek artan bir hızla gelişen karşı-devrim dalgası, ekonomik-toplumsal gelişimde ulaştığımız düzeyin yetersizliği gibi sorunlar.

Maalouf, Doğu toplumunda “milliyetçiliğin” her zaman baskın bir duygu olmamakla birlikte zaman zaman öne çıktığını (Doğunun Limanlarında anılan Türk-Ermeni çatışmasında olduğu gibi) ve büyük yıkımlara yol açtığını belirtir. Bunun yerine yurtseverliği vurgular.  Malouf’un dedesi Botros Genç Türklerin 1908 darbesinden çok etkilenir. Lübnanlı bir milliyetçi değil, bir Osmanlı yurtseveridir. Milliyetçiler dışlayıcıdır. Yurtseverler ise dilleri ve inançları farklı olan ama büyük ve modern bir ülke kurma isteğini paylaşan grupların bir arada yaşadığı bir ülke düşlerler (Yolların Başlangıcı). Ne yazık ki bu düş gerçekleşmez ve Botros önce ABD’ye gider; mutlu olamaz Lübnan’a döner. Herkesin “aidiyetini” belli etmek için uygun bir şapka giydiği köyde başı açık dolaşan, çocuklarını vaftiz ettirmeyen, biraz “kaçık” kabul edilen bir yaşlı adam olarak yaşar. 

Arap ulusalcılığının yaşadığı sorunlar Maalouf’un ele aldığı önemli konulardan biridir. Arapların Nasır ile yaşadıkları coşku ve ardından gelen yenilgi ve düş kırıklığı Çivisi Çıkmış Dünyada geniş biçimde inceleniyor (s. 86-120). Bütün Arap ulusalcı ümitlerin zirveye çıktığı noktada 1967 Altı Gün Savaşında güçlerini birleştirmiş Araplar “küçücük” İsrail karşısında bozguna uğruyor.  Bu felaket karşısında Araplar “Dünyanın geri kalanının, onların kimlikleri oluşturan her şeyden nefret ettiğini, değerlerinin küçümsendiğini hissediyorlardı; daha da önemlisi, bu nefret ve küçümsemenin çok da haksız olmadığını düşünüyorlardı içten içe” (s. 118).

Bizi asıl düşündüren yaşanan toplumsal travmanın temel sorunumuzun kimlik uğruna şiddet boyutuna yansıması. Maalouf “intihar bombacılarının” psikolojik temelini burada buluyor: “Bu ikili nefret –dünyadan ve kendinden nefret- … yıkıcı ve intihara meyilli tutumları büyük ölçüde açıklıyorÇivisi Çıkmış Dünya s.118).

Denemelerinde birçok yerde de Marxsizmin, özellikle de Sovyetler Birliğindeki ekonomik ve kültürel sistemin çok sert bir eleştirisini görüyoruz. Buna karşılık zaman zaman da Maalouf sorunlara sosyalistlerin bakış açısından bakabiliyor. Örneğin bir dizi Arap ülkesinin –bir dönem- Sovyetler Birliğine yanaşmasının nedenini Maalouf oldukça gerçekçi biçimde açıklıyor: “Siyasal bağımsızlıktan, ve ulusal devletin başlıca doğal kaynaklarına sahip çıkmasından yana olan liderler … yüzlerini Moskova’ya dönüyorlardı çünkü ‘kendi’ petrollerine, ‘kendi’ maden ocaklarına, ‘kendi’ şeker ve meyve işletmelerine ‘kendi’ Süveyş yada Panama kanallarına ‘kendi’ ayrıcalıklarına – özetle dünya çapındaki üstünlüklerine- dokunulmasına karşı çıkan Batılı güçlerin öfkesine karşı koymaları gerekiyordu” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 127).

Kimliğin Din Boyutu
Hepimizin bildiği gibi Orta Doğuda kimlik konusunun temelini dinsel – hatta mezhepsel – bölünmeler oluşturuyor. Bu karışık coğrafyada insan Maalouf’un din hakkındaki düşüncelerini merak ediyor. Yukarıda Cizvit okullarında eğitim aldığını ve annesinin sadık bir Katolik olduğunu belirtmiştim. Ama aile büyükleri arasında din açısından geniş bir çeşitlilik olduğunu da biliyoruz. Işık Bahçeleri kitabı üzerinde çalışırken kendi aile tarihi hakkında “gençliğimde her zaman gizemli olan” kötü ruhları da kovduğunu söylüyor. “Bazı akrabalarım bir dini komün içinde yaşıyordu. Büyük babamın çocuklarını vaftiz ettirmemesi nedeniyle bir travma yaşanıyordu. Babam ve kardeşleri Protestanlık, Katoliklik ve kilisesizlik arasında kalmıştı. Bu dinle aramızda çok sorunlu bir ilişki oluşturdu ve ailemin bazı üyeleri çok uç tutumlara yöneldiler.
Bütün dinlere oldukça kuşkucu baktığını söyleyebiliriz. “Dinsel nedenlerle yüce gönüllü olan insanlara büyük saygım var. Ama dinin kötüye kullanılmasının korkunç sonuçlar doğurduğu bir ülkeden geliyorum. İnsanları bildirdikleri inançlarıyla değil ne yaptıklarıyla değerlendirmeliyiz.
Benim için inançlı insan belirli değerlere inanadır”. Bu değerleri insan onuru olarak özetler. (Ölümcül Kimlikler)
Doğu’dan Uzakta romanında –birçok açıdan Amin Maalouf’u çağrıştıran karakter şöyle düşünür “Hiçbir dinin müridi değilim ve olma ihtiyacını da duymuyorum… Kendimi ateist olarak da hissetmediğim için, sorun hakkındaki tavrım hiç rahat değil…Ben nasıl iki vatan arasındaysam, aynı şekilde inançla inançsızlık arasındayım” (Doğu’dan Uzakta s.347).

Dini fanatizmin son dönemde artması konusunda Arap ülkelerinde yaşanan “Marxsist” deneyimin başarısızlığı da Maalouf’un savları arasında. Marx’ın ünlü “afyon” benzetmesini içeren cümlesini bütünüyle alırsak: “Dinsel üzüntü hem gerçek üzüntünün dışa vurumu, hem de bu üzüntüye karşı çıkıştır. Din ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.” Görüldüğü gibi burada dine hakaret yoktur. Yalnızca “kalpsiz”, “ruhsuz” kapitalist düzende ezilen insanın acılarını unutmak için sığındığı bir sığınak olduğu değerlendirmesi vardır. Marx komünist düzende bu “kalpsizlik” ve “ruhsuzluğun” sona ereceğini vaat edip bu anlamda dinin işlevinin de kalmayacağı belirtilmektedir. İşte bu noktada Maalouf “vaat edilen mutluluğun daha da aldatıcı çıkmasının üstüne, halklar kendilerini avutan ‘afyon’larına döndüler” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 147) diyor ve okuyucuyu Arap ülkelerinde yaşanan “Marxizmin” ne kadar  “Marxizm” oluğu düşüncesiyle baş başa bırakıyor.

Yukarıda dinin bölücü veya “afyonlayıcı” etkileri konusunda yapılan değerlendirmeler ışığında Maalouf’un dine karşıt bir tutum içinde olduğu sanılmasın. “insanın en az bedensel gereksinimleri kadar gerçek olan metafizik gereksinimlerine duyarlı” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 146) bir çözümden yanadır.

YÜZEYSEL DEĞERLENDİRMELER

Zaman-zaman Maaluof’un bir düşünce adamının düşmeyeceği kadar yüzeysel değerlendirmeler yaptığını da söyleyebilirim. Belki de herhangi bir ideolojiye bağlanmamak yönündeki ısrarı onu sistematik düşünceden uzaklaştırıp duygusallaştırıyor: “… safım yok benim, partilerden, gruplardan, klanlardan hala uzak duruyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya, s. 140).

Önce Maalouf’un emperyalizme ilişkin yaklaşımı konusunda birkaç örnek vermek istiyorum:

Orta-Doğu kökenli bir aydın olarak kendisinin emperyalizmin “böl ve yönet” yöntemini çok iyi bildiğine inanıyorum. Irak işgali konusunda ABD’ye haklı olarak yönelttiği sert eleştiriler de bu yönde. “İşgalin ilk haftalarından başlayarak, Amerikan yetkilileri dinsel yada etnik aidiyetleri temel alan bir temsil sitemini uygulamaya koymuşlardır … bölen bir kota sistemi koymak … yıkıcıdır” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 44). Kendisi Lübnan yönetimindeki “kota düzenini” de kuşkusuz benden iyi biliyordur. Benim bildiğim kadarı ile Lübnan Devlet Başkanının Maronit Hıristiyan; Başbakanının Sünni Müslüman olması kurala bağlanmış;  parlamentoyu da Hıristiyanların ve Müslümanların bütün mezhepleri belirli oranlarda paylaşıyorlar. Bu düzeni kuran da Fransa. Ama Maalouf “Lübnan’a gelince, 1918’den 1943’e dek süren Fransız mandasının … bağımsızlıktan sonra gelen çeşitli rejimlerden daha zararsız olduğuna inanıyorum” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 42) gibi bir cümle kurabiliyor.


Batılıların Orta-Doğu’daki çıkarlarını ve egemenlik sağlama çabalarının nedenlerini bilmediği söylenemez. Ama “Batılı güçler bütün dünya üstünde hegemonyalarını kurduktan, var olan siyasal, toplumsal ve kültürel yapıları yerle bir ettikten sonra fethettikleri topraklardaki halkların geleceğini manevi açıdan ellerinde tutuyorlardı; onlara karşı nasıl davranmaları konusunda ciddi biçimde düşünmeleri gerekirdi; kendi yurtlarındaki kuralları onlara uygulayarak, sömürgelerini yavaş yavaş evlat edinir gibi kendi içlerine mi çekecekler, yoksa onlara sadece egemen olup ezerek boyun mu eğdirecekler?” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 47) diye yazabiliyor. Bunu okurken insanın “sence neden hegemonya kuruyorlar Amin Maalouf?” diyesi geliyor. Ayrıca “evlat edinme” imgesi de çok ilginç.

Emperyalizme karşı bu ilkesiz tutum Maalouf’un düşüne dünyasında kişilere, liderlere verdiği önemin abartılmasına yol açıyor: “Nasır … isteseydi … Mısır’ı ve bütün o bölgeyi demokrasiye, bireysel özgürlüklere daha çok saygı göstermeye kuşkusuz aynı zamanda barışa ve gelişmeye yönlendirebilirdi” (Çivisi Çıkmış Dünya s.93-94). Dünyanın geleceğine ilişkin “umut etkenlerini” sayarken “simge ve insan olarak Barack Obama’nın yükselişini” (Çivisi Çıkmış Dünya s.212) belirtmesi de bence benzer basite indirgeme örneği. Obama önemli çünkü “Dünyanın Amerika’ya her zamankinden fazla ihtiyacı var, ama burada söz konusu olan hem dünyayla hem de kendiyle uzlaşmış bir Amerika, dünya çapındaki rolünü –doğrulukla, hakkaniyetle, yüce gönüllülükle; hatta incelikle, zarafetle- başkalarına ve başkalarının değerlerine saygı çerçevesi içinde üstlenen bir Amerika” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 213).

Ama Maalouf’un hakkını da yemeyelim. Bence Amin Maalouf her şeyin farkında. Örneğin Doğu’dan Uzakta’da Batı ve Doğu için “her iki taraf da kusurlu” diyen roman kahramanı karşısında bir radikal İslamcıya şunları söyletebiliyor: “İki taraf da kusurlu, öyle mi? Fransızlar Cezayir’e çıkarma yapıyor, ülkeyi ilhak ediyor, kendilerine direnen herkesi katlediyor, sanki o topraklar kendilerine aitmiş ve yerel halkın varlık nedeni itaat edip uşaklık yapmakmış gibi davranan bir nüfusu getirip iskân ediyorlar. Ama iki taraf da kusurlu” (Doğu’da Uzakta s. 318). Neden daha düşünsel içerikli denemelerinde Maalouf bu çizgiyi savunmuyor, ya da eleştirmiyor?

Batının Orta Doğuyu ekonomik açıdan “sömürmesi” bilinen bir eleştiridir. Amin Maalouf ise özel olarak Avrupa’nın kültürel etkisine değiniyor ve uyguladıkları çifte standardı vurguluyor: “Yerleşik düşüncenin aksine, Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalan kısmına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan sürekli olarak kaçınmasıdır” (Çivisi Çıkmış Dünya, s. 47). Bu yaklaşım Arap dünyasında da “kuğunun şarkısına” benzetilip eleştirel biçimde ele alınan bir yaklaşım (Al Shawaf, “Amin Maalouf’s Disordered World Is Swansong of Old Middle East”).

Bu “hem gerçekleri görme” hem de “göz yumma” durumunun nedeni, bence, Amin Maarouf’un bütüncül ve sistematik bir görüşü, ideolojiyi, doktrini benimsememesi. Bu konuda inanılmaz bir kafa karışıklığı yaşıyor: “Yirminci Yüzyıl hiçbir doktrinin özgürleştirici bir kuvvet olmasının gerekmediğini bize öğretti. Hepsinin ellerinde kan var – komünizm, liberalizm, milliyetçilik, büyük dinlerin her biri hatta sekülarizm. Hiç biri köktenciliğin tekeline veya hiçbiri insani değerlerin tekeline sahip değil” (Ölümcül Kimlikler, s. 51).

MAALOUF’UN ÖNERİSİ

Çözüm seçenekleri konusunda Maaluof’u izleyerek birkaç ipucu sayabilirim.
Biz Türk okurlarının özellikle dikkatini çeken Atatürkçülük hakkındaki değerlendirme olacaktır. Maalouf Atatürk deneyinden övgüyle söz eder (Çivisi Çıkmış Dünya s.80-83). Hatta Türklerin yaşadığı çelişkiye de işaret eder: “Kemalistler halklarını, Avrupalılar onlara günde üç kez Avrupalı olmadıklarını ve aralarında yerlerinin olmadığını söylerken nasıl Avrupalılaşmaya ikna edebilir?” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 82). Diğer yandan onun temel ilgi alanı Türkiye dışındadır. Bu nedenle onu asıl ilgilendiren Atatürk modelinin başka Orta-Doğu ülkelerinde uygulama olanağı olup olmadığıdır. Bu konuda ilk vurguladığı Mustafa Kemal’in düşmana karşı bir kurtuluş savaşı kazanarak Türk ulusunun gözünde “meşruluk” kazanması olgusudur. “İslam âlemindeki pek çok lider Türkiye örneğine öykünmeyi düşledi” (Çivisi Çıkmış Dünya s.82). Maalouf bu kapsamda Afganistan’da Emanullah Han, İran’da Rıza Şah ve Tunus’ta Habib Burgiba’yı örnek veriyor. Bu gibi örneklerin başarılı olamamasının ilk nedenini –Atatürk’ün aksine- bu önderlerin geçmişlerindeki başarılı bir ulusal kahramanlıktan güç alamamaları olarak belirtiliyor. Hatta Rıza Şah örneğinde halkın “düşman güçler (ABD) tarafından korunduğunu” düşündüğü bir kişinin meşruiyetinin kabul etmeyeceği vurgulanıyor.  Özellikle Araplar açısından Türkiye örneğinin oluşturduğu ikinci zorluk da “Türk ulusalcılığında Araplara karşı sergilenen bir küçümseme, bir önyargı” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 84) olmasıydı.

Yukarıda Amin Maalouf’un Batılı güçlerin Orta Doğuda “kendi değerlerine” göre davranmadıklarından dert yandığını belirtmiştim. Bu konuya devam edersem “çocuk kendisini evlat edinen bir anne ile üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 84). Burada kurtuluşu dışarıdan bekleyen bir yaklaşımın çok açık sergilendiğini düşünüyorum.

Maaluof’un temel çözümünün “kültürel” olduğunu söyleyebiliriz. “Ya … bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız, ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 27). “21. Yüzyıl kültürle kurtulacak ya da yok olup gidecek” (Çivisi Çıkmış Dünya, s. 145).

Bu “kültürel” çözüm önerisini Amin Maalouf başkanlığında bir çalışma grubunun 2007’de Avrupa Birliği için hazırladığı bir raporda da görüyoruz (A Rewarding Challange). Rapor temel olarak AB içinde çok kültürlü, çok dilli olma gerçeğinden yola çıkıyor ve bunun insanı kamçılayan ve ödüllendiren bir durum olduğunu vurguluyor. Ama rapor AB çerçevesinden hızla çıkıyor: “her toplumda dil, kültür, etnik veya dinsel çeşitliliğin hem iyi hem de kötü yönleri vardır; hem bir zenginlik kaynağı hem de gerilim kaynağıdır. Akıllıca olan bu yapının ne kadar karmaşık olduğunu kavrayıp olumlu etkilerini artırıp olumsuz etkilerini en aza indirmektir” (A Rewarding Challange s. 3). Raporda AB yurttaşlarının kişisel olarak bir dili benimseyip (personal adoptive language) bu dili ve ilgili kültürü öğrenmeye çalışması;  devletlerin de bu konudaki enstitü, vakıf gibi örgütleri desteklemesi öneriliyor (A Rewarding Challange s. 21). 2007 yılında hazırlanan bu raporda 2008 yılının Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı (European Year of Intercultural Dialogue) olduğu belirtilip Hükümetlerin bu yönde adımlar atması öneriliyor (A Rewarding Challange s. 26).

Amin Maalouf özellikle Çivisi Çıkmış Dünyada vahşice tükettiğimiz yeryüzünün doğal kaynaklarına karşılık kültürel kaynakların sonsuzluğuna dikkat çekiyor. “Yaşamın gereksinimleri ve hazlarını daha çok tüketerek karşılayabiliriz ama bu yeryüzü kaynaklarına zarar verecek ve yıkıcı gerilimlerin yaşanmasına neden olacaktır. Ama onları başka türlü de karşılayabiliriz, örneğin yaşamın her döneminde öğrenime ayrıcalık tanıyarak, Çağdaşlarımızı dil öğrenmeye, sanatsal alanlara merak salmaya, bir biyoloji ya da astrofizik keşfinin değerini anlayabilmeleri için çeşitli bilim dallarını tanımaya teşvik edebiliriz. Bilgi sonsuz bir evrendir, bütün yaşamımız boyunca hiç de ölçülü davranmadan beslenebiliriz ondan, ne yapsak tüketemeyiz onu” (Çivisi Çıkmış Dünya s. 142-143). 

DEĞERLENDİRME

Yazımın başında da söylediğim gibi Maalouf romanlarında özellikle günümüz Orta Doğusunda yaşayan bizler için çok önemli sorunlardan yola çıkıyor. Bu anlamda dikkatle okunması gereken bir yazar. Vurguladığı etnik- dinsel kimliklerin –bu bölgenin tarihinde hiç olmadığı kadar– öne çıkması ve çatışmalara yol açması çok belirgin bir sorun. “20. Yüzyılda yaşanan iki büyük felaket komünizm ve antikomünizm. 21. Yüzyılın iki büyük musibeti de radikal İslamcılık ve radikal İslamcılık karşıtlığı olacak”.

Orta Doğu bilinen tarih boyunca toplumların-uygarlıkların-kültürlerin bir çatışma alanı olmuştur. Diğer yandan Amin Maalouf’un haklı olarak yakındığı 20-21’inci yüzyıl çatışmalarına gelince neden açık biçimde emperyalist güçlerin bölgeye gelmesi ve çok bilinen “böl ve yönet” taktiğinin uygulanması olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya savaşının ilk yıllarında Cenevre’de sürgüdeki Lenin bu savaşın emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı olduğunu vurgulamış; hatta demiryollarının hangi bölgelerde en hızlı arttığına bakarak paylaşımın nerede acil gündemde olduğunu öngörmüştü (Lenin, s. 30 - 37). Lübnan – Suriye – Irak – Filistin – Arabistan Sevr gibi bir anlaşma ile “hasta adamdan” kopartılıp, Sykes-Picot gibi bir anlaşma ile İngiltere – Fransa arasında paylaşılınca ilk adım atılmıştı. Bölgeyi sahiplenen emperyalist güç antik Roma döneminden beri bilinen “divide et impera – böl ve yönet” yöntemini uygulayacaktır.

Olaya tarihsel açıdan bakan çok bilinen –ve Maalouf’un okuduğuna emin olduğum – bir kaynak da Bernard Lewis’in Ortadoğu’sudur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın diğer bölgelerine göre “Arap eyaletlerinde ekonomik çöküşün daha hızlı” olduğu belirtilir (Lewis, s. 361). Emperyalist güçlerin bölgede etkin olduğu dönemler de Fransa-İngiltere dönemi; Fransa-İngiltere’nin yeni gelen İtalya-Almanya ile çatışma dönemi ve ABD-Sovyet çatışma dönemi olmak üzere üç dönem olarak tanımlanır (Lewis, s. 429-430). (Kitabın birinci baskı tarihi 1995 olduğunu göz önüne alırsak sanırım ABD’nin egemenliğini dördüncü dönem olarak ekleyebiliriz.)

Maalouf “bölünmenin” nedenlerini kapsamlı biçimde tartışmaz. Yukarıda değinildiği gibi –özellikle Çivisi Çıkmış Dünyada - “Batıya” serzenişte bulunmakla yetinir. Son gelişmelerden daha çok ABD’yi sorumlu tutar – okuyucu burada yazarın biraz Avrupa’yı kayırdığı izlenimine kapılır. ABD’de zenci Obama’nın iktidara gelmesi Maalouf’ta bir iyimserliğe yol açar.
Kuşkusuz bir romancının gözlediği ve dile getirdiği konular hakkında derin bilimsel analizler, toplumsal – ekonomik değerlendirmeler yapma zorunluğu yok. Beni böyle acı (umarım acımasız değil) yorumlara yönelten belki Maalouf’un romancı kişiliği yanında deneme nitelikli kitaplar yazması oldu. Belki de değindiği sorunların beni çok yakından ilgilendirmesi gerçek neden.  Yoksa çok severek okuduğum günümüzün bu büyük romancısının yeni bir kitabının yayınlanmasını dört gözle bekliyorum.

KAYNAKLAR:


Amin Maalouf’un yukarıda sıralanan kitapları ve bloğu (www. aminmaalouf.net/fr) yanında aşağıdaki kaynaklardan yararlanıldı:

ACHOUR, Christiane Chaulet. “Identité, Mémoire et Appartenance un Essai d'Amin Maalouf”, Neohelicon XXXIII (2006) 1, s. 41-49.

BAHRİ, Hamid ve Francesca Canadé Sautman. “Crossing History, Dis-Orienting the Orient Amin Maalouf’s Uses of the “Medieval”. Medievalisms in the Postcolonial Word (Ed. Kathleen Davis ve Nadia Altschul), Baltimore: John Hopkins University Press, 2009.

DAVIS, Natalie Zemon. Tricstar Travels: A Sixteenth Century Muslim Between Words, New York: Hill and Wang, 2006)

IŞIK, Gülcan, “Doğunun Perdesini Aralayan Yazar: Amin Maalouf”,Virgül, Aralık 2001, s. 64.

Jeune Afrique Tunuslu Beşir Ben Yahmed tarafından kurulan bir dergi. Özellikle batılıların oluşturduğu gündenlere karşı yazılar yer alıyor. Maalouf’un “La Fissure”(Ocak 1977), “Un autre dialogue Nord-Sud” (18 Mart 1977), “Deux Nord, deux Sud” (17 Haziran 1977) gibi yazıları kutuplaşmalara dikkat çekiyordu.

LENIN, Vlademir İlyiç. Imperialism, the Highest Stage of Capıtalısm, 1916.

LEWIS, Bernard. Ortadoğu, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2006.

MARX, Karl. Contribution to Critique of Hegel’s Philosophy of Right, 1843.
REDOUANE,  Najib. “Mémoire et Identité Renaissante dans Origines d'Amin Maalouf”, Neohelicon XXXIII (2006) 1, s. 29-39.
SAID, Edward. Oryantalizm, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1998.

SASSINE, Antoine, “Le ‘Rite de Passage’ Chez Amin Maalouf”, Neohelicon, XXXIII (2006) 1, s. 51–61.

Al-SHAWAF, Rayan,  “Amin Maalouf’s Disordered World Is Swansong of Old Middle East”, The Daily Beast, Aralık 2011.

A Rewarding Challenge-How the Multıplıcıty of Languages Could Strengthen Europe”, Brüksel, 2008.


 [WU1]m

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder