22 Haziran 2014 Pazar

GUSTAVE FLAUBERT (1821-1880) ve MADAME BOVARY

Madame Bovary’i yıllar önce okumuştum. Çok usta bir romancının sürükleyici bir yapıtı olarak iz bıraktı. Konusu olarak da bir türlü tatmin olamayan, zengin olmak, pahalı ve gösterişli bir yaşam sürmek isteyen Madam aklımda kaldı. Bu uğurda en temel ahlak ilkelerini de çiğnemekten geri kalmıyordu. Romanın diğer karakterleri arasında ise yalnızca zavallı eşi, Monsieur Bovary, aklımda kalmış. Niye yalan söyleyeyim. Romanı ve romancıyı hiç de küçümsemesem de bana bu karakterler biraz fazla abartılı biraz fazla “prototip” gelmişti.

Modernizm üzerine okurken geçenlerde Flaubert’in bir sözüne rastladım. “Ne zevk! Ne mutfak! Ne şarap! Ne söylev! …. hiçbir şey bana bunlardan daha iğrenç gelmiyor.”. Birdenbire Flaubert’in aslında modern yaşamı alaya aldığını ve bu amaçla abarttığını anladım. 1865’te yazılan bu büyük romana ve Flaubert’e bu gözle bir daha baktım ve burada gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kitap küçük Charles Bovary’nin okul sahnesi ile başlıyor. Charles okula geç başlamıştır, sınıf arkadaşlarından büyüktür ve daha ilk sayfalarda Charles’ın geri kalmasına tanık oluyoruz. Ne yazık ki Charles kitap boyunca geri kalacak. Onun hakkında çarpıcı hiçbir şey yoktur. O denli ikinci sınıftır ki seçtiği tıp mesleğinde bile ikinci sınıf bir tıp derecesi alır ve kamu sağlık servisinde officier de santé olur. Evliliğini de annesi ayarlar: Heloise Dubuc. “Madame Dubuc çirkindi ve değnek gibi zayıftı. Bahar goncaları gibi sivilceli yüzü ile kesinlikle aralarından tercih edeceği pek talibi yoktu. Anne Bovary amacına erişmek için bütün bunları gizlemeliydi. Bir domuz kasabının entrikacılığı ile bunu da başardı”. Kuşkusuz Madame Bovary için önemli olan oğlunun düzenli bir gelir sahibi olan biriyle evlenmesidir.

Charles Monsieur Rouault’un kırılan bacağına bakmak için çitliğine gittiğinde Rouault’ların kızı güzel Emma’yı görüp hayran olur.  Emma ile ilk karşılaştıklarında Emma’nın dikiş dikiyor –daha doğrusu böyle görünmeye çalışıyor- olmasının simgesel bir önemi var. Çünkü Emma bu konuda beceriksizdir. “İğne kutusunu bulması uzun zaman aldı ve babası sabırsızlandı. Hiçbir şey söylemeden dikiyor, ama sürekli iğneyi parmaklarına batırıyor, parmaklarını ağzına götürüp emiyordu”. Güzel kız bir şeyler içmek için ısrar etti. “Gülerek dolaptan bir couracao şişesi ve iki küçük bardak çıkarttı. Birini ağzına kadar doldurdu. Diğerine hemen hemen hiç koymadı. Charles’in bardağına değdirip ağzına götürdü. Bardağında çok az içki olduğu için içerken başını arkaya eğdi. Dudakları büzüldü, boynu uzadı, boynu gerildi, dilinin ucu narin dişleri arasından uzanıp bardağın dibindeki damlalara uzanırken nedensiz biçimde güldü.” Bu Charles için tümüyle farklı bir dünya idi.

Emma’yı daha sık görmek için kırık bacağa gerektiğinden fazla ilgi gösterince karısının kıskançlık krizleriyle karşılaşan Charles’ın yaşamı daha da çekilmez olur. Bu arada Heloise’ın parası da olmadığı anlaşılmıştır. Neyse ki Heloise aniden ölür. Bekleneceği gibi Charles Emma’nın peşine düşer ve kısa süre sonra evlenirler.

Emma’nın dikiş gibi ev işlerinde pek de usta olmadığını gördük. Sürekli romantik romanlar okur. Örneğin Sir Walter Scott okur. Paul et Virgine gibi egzotik bir dünyada ahududu ağaçları arasında bambu bir evde yaşamayı hayal eder. Dindardır. Ama dinin de romantizmini, duyguların yoğunluğunu sever. Annesinin ölümünde de hüzünlü bir kızı “oynar”. Annesinin saçından bir anı tablosu yapar, aynı mezara gömülmek ister. Duygusallığı öyle abartır ki babası hasta olduğundan korkar. Neyse ki “Emma içsel biçimde tatmin olmuştu. Olağan yüreklerin hiç varamayacağı solgun yaşamların idealine ulaşmıştı. Lamartine gibi kıvrımlı yollarda ilerledi. Göllerde ölen her kuğunun şarkısını söyleyen harplerin melodisini, düşen her yaprağın sesini, göklere yükselen her bakirenin şarkısını, ölümsüz vadilerin konuşmasını dinledi. Derken Emma bundan sıkıldı. Bunu kendine itiraf etmekten çekindi ve bir alışkanlık olarak sürdürdü. Durup dururken artık huzurlu olduğunu hissetti. Kalbindeki keder alnındaki çizgilerden çok değildi.” Romantizm bu küçük kıza bulaşmış bir hastalık halini almıştı.

Burada bir parantez açıp biraz Romantizmden söz edelim. İlk olarak Romantizmin Aydınlanmaya bir tepki olarak geliştiğini hatırlayalım. Aydınlanmanın akılcılığı, rasyonalizmi bir tepki olarak Romantizmde kalbi, duyguları ön plana çıkartmıştı. Böylece 1820-1840 döneminin şairleri, ressamları, müzisyenleri duyguyu vurgulamaya, yüceltmeye çalıştılar. Romantikler Aydınlanma gibi Klasik-Neo Klasik sanata da karşıydı. 18. Yüzyılın sonlarında ve 19. Yüzyılı başında Klasik yaklaşım, düzenli bir dünya görüşü gündemdeydi. Romantikler buna karşı çıktılar ve düzensizliği, dengesizliğe uzanan duyguları beslediler. Resimde kontrollü renkleri değil çok daha enerjik, çınlayan renkler kullandılar. Eğer sanatın sınıflanmasına, yapısal biçimlerin oluşmasına Biçimcilik (formalizm) dersek, Romantikler buna da karşıydı. Daha akışkan bir sanat anlayışları vardı.

Bizim incelememiz açsından, Romantiklerin özellikle İngiltere’de Faydacı (utelitarian) görüşlere de karşı çıkmalarının önemli olduğunu belirtmeliyiz. Faydacılık insanoğlunun daha çok mutlu olacağı yönde ilerlediğini öngörürken Romantikler mutluluğun mekanik bir yaklaşımla ölçülemeyeceğini vurguluyorlardı.

Flaubert bir Romantik sanatçı değildi. Ama Rousseau nasıl Aydınlanmayı çok iyi biliyor ve sakıncalarını vurguluyorsa Flaubert de Romantizmi çok yakından tanıyor, isterse –alay için bile olsa- çok etkileyici Romantik satırlar yazıyordu. Romantizme karşıydı. Çünkü aptallığa ve klişeye yol açtığını söylüyordu.

Yine Romanımıza dönersek Emma’nın evlilikten de sonsuz bir tutku ummasını bekleyebiliriz. Alışılmışın çok üzerinde bir duygu seli içinde yaşamak istiyordu. Ne yazık ki nasıl annesinin yasını tutmaktan sıkıldıysa, Emma bir süre sonra Charles’tan da sıkıldı.

Tam bu noktada romanın balo sahnesine geliyoruz. Emma görkemli bir baloya gider ve “aradığı” rüya ülkesini bulur. Charles balodaki kumar oyunlarının kurallarını alamaya çalışırken Emma’yı zengin erkeklerin görünümleri, giyimleri, dansları, davranışları büyüledi: “Güzel kesimli paltoları yumuşacık bir kumaştan yapılmıştı. Dalgalar halinde öne gelen saçları pırıl pırıldı. Onlarda zenginliğin teni vardı – porselen solgunluğunda, saten gibi parıltılı, güzel mobilyalar gibi cilalı, sağduyulu bir disiplininle yenen seçkin yiyeceklerle korunan sağlıktan kaynaklanan beyaz bir ten. Boyunları rahatça alçak bağladıkları kravatlarına doğru dönüyor; uzun favorileri aşağıya kıvrılmış yakalarına uzanıyor; dudaklarını üzerinde büyük armalar işlenmiş güzel kokulu mendilleriyle ıslatıyorlardı. Yaşlanmaya başlayanlar genç ve dinç görünüyordu. Gençlerin yüzlerinde ise olgun bir görünüşün dokunuşu vardı. Kayıtsız bakışları gündelik hoşnutluk içinde ihtirasların dinginliği ile yüzüyordu. Nazik tavırlarının altında kuvvetlerinin uygulandığı, kibirlerinin okşandığı safkan atlara binmek ve düşmüş kadınlarla birlikte olmak gibi bazı konulardaki egemenliklerinden kaynaklanan özel bir zalimlik görünüyordu.” 

Her güzel şey gibi balo da sona erer. Emma eve döner. “saygılı biçimde güzel elbisesini ve dans pistinin kaygan cilası ile topukları sararmış saten ayakkabılarını dolaba kaldırır. Kalbi de onlar gibidir. Zenginlikle temas üzerinde silinmeyecek izler bırakmıştır”. Bundan sonra istekleri hiç tatmin edilemeyecek ve Emma’nın yozlaşması başlayacaktır.

Emma “ruhunun derinliklerinde bir şeyler olmasını bekliyordu. Yaşamının yalnızlığında, uzak ufukları sisleri içinden beyaz bir yelkenlinin görünmesini sabırsızlıkla bekleyen bir denizci gibi, umutsuz bakışlarla uzakları gözlüyordu. Şanslı olayın ne olacağını, hangi rüzgârın onu sürükleyeceğini, hangi sahile çıkacağını, teknenin bir yelkenli mi yoksa büyük bir kalyon mu olacağını bilmiyordu. Ama her sabah uyandığında o teknenin bugün gelmesini ümit ediyordu.”

Charles ise bunun tam tersi bir karakterdir. Hiçbir beklentisi yoktur: “Charles’ın hiçbir ihtirası yoktur. Konsültasyon yaptığı Yvetot’tan bir Doktor Charles’ı aşağılar”. Ama Charles hiç aldırmaz. Sevgili karısının bir değişiklik istediğini gözleyen Charles yaşadıkları köyden daha büyük bir kasabaya taşınmalarına karar verir. Burada romana yeni karakterler girer, Emma’nın çeşitli gönül maceraları başlar.

Önce bir eczacı olan Homais’yi tanırız. Homais tipik bir Aydınlanma karakteridir. Sürekli akıl yürütmeden, gelişmeden, Voltaire’den söz eden çok sıkıcı bir karakterdir: “Suratı yalnızca kendini beğenmişliği yansıtıyordu. Hasır sepette baş aşağı asılmış bir saka kuşu kadar yaşamla barışıktı.” cRomanda Homais’nin uzun ve içi boş söylevlerini okuruz. Flaubert bu karakterle Aydınlanmacılarla bol bol alay eder. Fakat ne kadar alay edersek edelim akıl ve bilim gerçektir ve başarıdır. Sanırım Flaubert de bunu görüyordu. Romanın ilerideki sayfalarında Homais’nin Légion d’honneur ile ödüllendirilmesi belki biraz mizah ögesi içeriyor; ama gerçekliğin de itirafı.

Avukat memuru genç Léon ise bunun tersidir. Homais, Charles ile kimyadan konuşurken Léon, Emma ile günbatımından söz eder. Emma sorar: “’Bu bölgede güzel yürüyüşler yapar mısınız?’ ‘Ne yazık ki çok az’ diye yanıtladı. ‘Tepenin üstünde orman kenarında Pasture dedikleri bir yer var. Bazı Pazar günleri oraya giderim. Bir kitap okuyarak güneşin batmasını seyrederim.’
‘Günbatımını seyretmek benim de en sevdiğim şeydir. Özellikle deniz kıyısında’.
Ben de denize bayılırım’

Flaubert bu yapay Romantizm ve karşılıklı baştan çıkartma sahnesiyle sayfalar boyunca alay ettikten sonra zengin ve zalim bir aristokratı romana sokar: Rodolphe. İlk gördüğü anda güzel Emma’ya göz koyan Rodolpe da hiçbir iş yapmayan, geniş topraklarının sağladığı gelirle yaşayan bir aristokrattır. Emma’yı ayartmaya çalıştığı panayır bölümünün bu açıdan simgesel bir önemi olduğunu düşünüyorum. Bölgenin tarım panayırı köylülerin emeklerini sergiledikleri, ürünlerini sattıkları ve köle gibi çalışan insanların ‘15 yıldır toprak sahibine iyi hizmet ettikleri’ için ödül aldıkları bir etkinliktir. Emma’yı bu panayıra götüren Rodolpe’un ise tek amacı Emma’yı elde etmektir.

Emma ile Rodoph’un seviştiği ormana gitmeleri de çok ilginç biçimde kurgulanmış bir sahnedir. Rodolph, birlikte bir at gezintisi yapmayı önerir. Emma önce istemez. Kocası Charles büyük bir aymazlık içinde gitmeleri için ısrar eder. Emma ata binmek için uygun bir giysisi olmadığını söyler. Uygun giysiler satın alınarak sorun çözülür!

Ormanda Rodolph ile seviştikten sonra Emma “ikinci kez ergenlik çağına girmiş gibi kendi kendine defalarca ’bir âşığım var, bir âşığım var’ diye mutluluk içinde düşündü. Artık özlediği aşkın coşkusunu ve mutluluğun ateşini yaşayacaktır. Her şeyin tutku, coşkunluk ve çılgınlık olduğu harika bir dünyaya giriyordu.
Oysa Rodolpo açısından durum biç de böyle değildi. Emma’nın tutku dolu mektubuna yanıt olarak yazacak bir şey bulamadı: “eve gelince başarılı bir avdan kalan büyük bir ren geyiği başının altına oturdu. Ama eline kalemi alınca yazacak bir şey bulamadı…Yaşayan bir yüz ile resmedilmiş bir yüzün birbirine karışıp birbirini bozması gibi belleğinde Emma’ın yüz hatları bulanıklaştıGerçekten gözünün önünden sürüler halinde geçen bütün bu kadınlar Rodolphe’un sevgisinin tekdüzeliği nedeniyle aynı düzeye gelir gibi birbirini engelledi ve sildi. Birkaç avuç dolusu düzensiz mektubu sağ elinden sol eline geçirerek biraz zaman geçirdi. ‘Ne saçmalık’ diyerek düşüncelerini özetledi. Kalbinden ne geçerse geçsin, okul bahçesinde oynayan çocukların tepinerek bahçede bir daha yeşil hiçbir şey bitmesine izin vermedikleri gibi, zevkleri de isimlerini duvara kazımadan geçmişlerdi”. Ardından Emma’ya birkaç klişe yazarak ayrılmak zorunda olduklarını bildirir.

Bekleneceği gibi Emma depresyona girer. Zavallı Charles biraz havasının değişmesi amacıyla sevgili karısını operaya  götürür. Operada yeniden karşılaşan Léon ile Emma bu kez önceki platonik sevgilerini aşarlar. Düzenli buluşup aşk yuvalarında sevişmeye başlarlar. Hatta ilk sevişmeleri öncesinde bir kiliseyi gezmeleri Flaubert’in yaptığı bir başka “şaka” olarak belirtilebilir.

Sevgililer gerçek yaşamdan ve sorumluluklarından giderek uzaklaşırlar; Emma’nın lüks zevkleri sonucunda borç artar, Emma arsenik içerek korkunç biçimde intihar eder; Charles sevgililerin mektuplarını bulup her şeyi anlar.

Acaba Emma kendi yaşantısı hakkında ne düşünüyor? Yanlışını gördü mü? Flaubert bu konuda da bizi belirsizlikte bırakmaz. İntihar öncesinde Emma’nın ağzından sorularımıza yanıt verirken Romantizm hakkındaki en ağır eleştirisini de yapar: ’Ben Léon’u sevmiyor muyum?’ Fark etmiyordu. Mutlu değildi ve hiç mutlu olmamıştı. Niçin yaşam bu denli yetersizdi? Neden güvendiği her şey hemen tuz-buz olmuştu? Oralarda bir yerde lir çalarak cennetteki gelinlere ağıt söyleyen, güçlü, yakışıklı, coşkulu, değerli, seçkin, şair yürekli bir melek varsa neden bulamamıştı? … Ne kadar olanaksız. Her neyse, hiçbir şey bu kadar zor bir aramaya değmiyor. Her şey yalandı. Her gülümseme sıkıntılı bir esnemeyi gizliyordu. Her neşe bir lanet, her zevk iğrençti. Dudağınıza bırakılan en tatlı öpücük daha aşağılık bir arzunun abes bir özleminden başka bir şey değildi.”
Flaubert için dünya yanlış ve saçmadır. Kaçış yeri de sanattır. Dünyanın ne denli yanlış ve saçma olduğunu anlatan çok güzel sanat yapıtları vermek tek kurtuluş yoludur.

Tutku dizelere yol açmaz ve kişisel oldukça daha zayıf olursunuz…Bir şeyi az hissederseniz onu olduğu gibi daha iyi ifade edebilirsiniz.” (Flaubert, Loise Colet’e Mektup, 1862). Gerçeği yazmak; ama onu çok güzel yazmak gereklidir. Bu nedenle sanatsallık ve biçim (form) ön plandadır. (Modern resim de de gördüğümüz gibi Modernizm için biçim önemlidir.)

Rousseau ve Marx’ın aksine Flaubert hiç de eşitlikten yana değildir:
Yetenekli olmanız için ona sahip olduğunuza inanmanız ve bu inancı başka herkesinkinden üstün tutmanız gerekir. Aklı başında, sağlıklı temiz bir yaşam sürdürmek için kendinizi bir piramidin üstüne yerleştirmelisiniz. Hangi piramit olduğu önemli değil. Yeter ki yüksek ve sağlam temelli olsun. Orada yüksekte olmak her zaman ‘eğlenceli’ değildir. Orada kesinlikle yalnızsınız. Fakat o kadar yüksek bir yerden tükürmenin tesellisi vardır.” (Flaubert, Loise Colet’e Mektup, 1852).

Sonradan bir aptal gibi görünme riskini üstlenmeden, bu dünyanın işleriyle ilgili görüşleri ifade etmenin en iyi yolu nedir? Bu zor bir sorundur. Bana kalırsa en iyi yol sizi deli eden şeyleri anlatmaktır.  Parçalarına ayırıp yakından incelemek öç almaktır”. (Flaubert, George Sand’a Mektup, 1867).

Marx’a ilişkin bölümde 1848 devrimine değinmiş ve özellikle Haziran’dan sonra ortaya çıkan “çirkin” manzarayı belirtmiştim. Flaubert de bu çirkinliği gördü. Ama Marx çirkin gerçeğin, kentsoylu sınıfın çirkin yüzünün görüldüğünü söylerken Flaubert’in tepkisi çok farklı oldu. Politikanın aşağılığını ve aptallığını ve ikiyüzlülüğünü gördü. Birçok arkadaşıyla birlikte politikanın tuhaflıklarından uzaklaştı.  Yukarıda andığım sözlerin devamına bakarsak olayın politik boyutunun vurgulandığını görüyoruz: “Ne zevk! Ne mutfak! Ne şarap! Ne söylev! Barışın hangi fiyata satın alındığını düşününce hiçbir şey bana bunlardan daha iğrenç gelmiyor. Kıpırdamadan oturdum ‘yöneldiğimiz uçurum’, ‘bayrağımızın şerefi’, ‘standartlarımızın düşürdüğü gölge’, ‘insanlarımızın kardeşliği’ gibi bayağılıkların sosu ile karıştırdıkları milliyetçi coşkudan midem bulandı. Ustaların en güzel eserlerinin bu denli büyük tezahürat aldığı bir yer hiçbir zaman olmayacak”.

Flaubert’in vardığı sonuç politikadan uzak durmak, sanata yönelmek ve birçok şeyi abartarak alaya almak. Flaubert için tek önemli şey, tek gerçek sanattır. Sanat için sanattır. Sanat eserinin sanatsal boyutudur. Yaşama estetik bir gözlükle baktı. Modern topluma, kentsoylu topluma, orta sınıfa karşı çok acımasızdı. Kendini bütün bu aşağılık düzenin üzerinde gördü. Çünkü kendisi sanatın yüceliklerindeydi.

Blogumun “Oryantalizm” sayfasında Flaubert’in Salammbô romanını anmıştım. Orada “Doğu” toplumu örneğinde gerek seks gerekse vahşet sahnelerinin çok abartılı sergilendiğini belirtmiştim. Yukarıda özetlediğim yaklaşım açısından bakınca “Acaba Flaubert bu kez de oryantalist sanatçı ile mi alay ediyor?” diye düşünüyorum.


Not: Madame Bovary’den yukarıda aktardığım bölümler Lydia Davis’in İngilizce çevirisinden benim Türkçeye aktardığım metinlerdir. Elimden geldiğince doğru olmasına çalıştım. Modernizmi ele aldığım ve konunun düşünsel yanına ağırlık verdiğim bu yazılarda benim yetkin olmayan çevirimin affedilebilir bir suç olduğunu düşünüyorum. Ama konunun edebiyat yönünden zevk almak için romanın Fransızca aslını veya iyi bir çevirisini okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

1 yorum:

  1. ‘’Asıl acınacak şey dedi; lüzumsuz bir ömrü sürüklemektir.’’

    ‘’Gerçekten de, gece, lamba yanıp rüzgâr camları sarsarken, bir kitap alıp ateş başına oturmaktan daha güzel bir şey var mıdır?’’

    Modern romanın temsilcilerinden olan Gustave Flaubert'in ''Madam Bovary'' adlı romanından en sevdiğim yirmi alıntıyı okumanız için sizinle de paylaşmayı isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/gustave-flaubert-madam-bovary-romanindan-20-sahane-alinti/

    Keyifli okumalar dilerim,
    edebiyatla ve sağlıcakla kalın.

    YanıtlaSil