30 Haziran 2014 Pazartesi

FRIEDRICH NIETZSCHE (1844-1900)

19.yüzyılın düşünce yaşamını şekillendiren iki düşünürden biri Marx ise diğeri de Nietzsche’dir. Nietzsche’de “Ahlak yerine gücün ve yoğunluğun-intensity” vurgulandığını görürüz. Özellikle batı kültüründe ahlak, politika, estetik gibi alanlarda önemli bir yer tutan hiyerarşiye karşı çıkıp yerleşik hiyerarşilerin dışında bir felsefe geliştirir. Bu yaklaşım İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Postmodernliğin temelini oluşturur.

Rousseau’nun Aydınlanma karşıtı bir Aydınlanmacı olması gibi Nietzsche de Modern karşıtı bir Modern’dir. Modern’in sakıncalarını kötü taraflarını görmüş ve göstermiş ama Modern öncesine dönülemeyeceğini de kabul etmiştir.

Felsefe konusunda çok az okumuş biri bile Friedrich Nietzsche’yi “tanrı öldü” sözü ile tanır. Bu slogan Nietzsche’nin Şen Bilim, Zerdüşt Böyle Dedi gibi yapıtlarında birkaç yerde geçer.

Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu öldüren biziz. Hâlâ gölgesi beliriyor uzaklarda. Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri? Neydi bıçaklarımızın altında ölümüne kan döken, dünyanın sahip olmuş olduğu bu en kutsal ve en kudretli şey: bu kanı kim silecek üzerimizden? Hangi su var bizi temizleyecek? Hangi teselli şölenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmek zorunda kalacağız? Fazla büyük değil mi bize bu davanın yüceliği? Buna layık olmak için birer tanrıya dönüşmeli değil miyiz?Şen Bilim - Die fröhliche Wissenschaft (1882–1887).

Nietzsche bunu söylerken Tanrı’nın yokluğunun çok ötesinde bir şey söyler. Ona göre düşünsel anlamda herhangi bir ideal yoktur. Standart yok, son nokta yok, kutsallık yok, temel yok, inanç evreni yok, Tarihin anlamı-yönü yok, meşru yok. Kendimizi, düşüncelerimizi, eylemlerimizi ölçüp değerlendireceğimiz herhangi bir ölçüt yok. Hiçbir zaman da olmadı.

Felsefe Platon’dan beri yanlış bir çizgide ilerledi. Platon içinde yaşadığımız “görünür” dünyanın bir yansıma olduğunu; “gerçek” dünyanın “ideallerden” oluştuğunu öne sürmüştü. Örneğin gerçek üçgen, üçgen kavramıdır, üç kenarı vardır, iç açılarının toplamı 1800’dir… Böyle bir üçgeni içinde yaşadığımız “görünür” dünyada bir taş üzerine kazıyabiliriz, tahtadan, demirden yapabiliriz. Ama bütün bunlar ideal değildir, üstelik zamanla aşınır, bozulur. Oyda “gerçek” üçgen kavramı ideal bir şekildir. (Böylece Nietzsche’nin nitelemesiyle felsefe tarihinin ‘en uzun yanlışı’ başladı!)

Platon’un “gerçek” dünyası, bilge insanın bilincindeki kavramlar olarak felsefe tarihinde yerini aldı. Musevi-Hristiyan-İslam inancında “cennet” kavramı geliştirildi; “bu dünyanın” önemi küçümsenirken “öbür dünya” yüceltildi. Dinsel kurallar pekiştirildi ve “günah” kavramı geliştirildi.

Blogumun “Düşünsel Öncüler” sayfasında değindiğim gibi Immanuel Kant olgusal (phenomenal) dünya ile inanç (noumenal) dünya ayrımı yaparak Akılcılığı ve Aydınlanmayı olgusal dünya üzerinde geliştirmeye çalıştı. İnanç dünyası ile pek uğraşmasa de özellikle Salt Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft, 1781) kitabında böyle ayrı bir evren olamayacağını gösterdi. Bunu kanıtlamak için uyguladığı düşünsel yöntem bir blog sayfalarına sığmayacak boyutta olsa da Bizim konumuz açısından Nietzsche’nin “Tanrı öldü” derken bu tür bir yaklaşım izlediğini söyleyebiliriz:

Eğer Tanrı öldüyse, Nietzsche belki cesedi üzerinde zıplayan adamdır; oysa cinayet silahının her yerinde Kant’ın izi vardır.” (Will Buchingam (Ed.) ve Diğerleri, The Philosphy Book, s. 220)

Rousseau doğal-ideal insandan uzaklaştığımızı vurguladı. Marx üretken-ideal insandan yabancılaşarak uzaklaştığımızı vurguladı… Oysa bütün bunlar Batı felsefesinin yanlış başlayan çizgisinin uzantılarıdır. Böylece Nietzsche gerçek ile ideal arasındaki ilişkiyi çeşitli biçimlerde kurmaya çalışan düşünce sistemlerine temelden saldırır.

Hatta bir adım daha atabiliriz. Bütün bu inanç dünyası, ölçütler, temeller, meşrulaştırma çabaları bizim yoğun biçimde, güçlü biçimde yaşamamıza engel olmak için oluşturuldu.

1887’de yayımlanan Ahlakın Soykütüğü’nden  (Zur Genealogie der Moral) alıntılar bu konudaki fikirlerini özetlemek için yararlı olacaktır.

Bu kitaptaki ilk makalede hırs, kin kavramı ele alınır. Bu kavram Nietzsche için çok önemlidir ve “tersine çevirmenin dinamiğini” gösterir. İyi-kötü zıtlığını ele alalım. Asiller, güçlüler, zenginlerin “iyi” durumda olması; asil olmayanların, fakirlerin, zayıfların ise “kötü” olmasıyla başlayalım.  Bu durum ikinci gruptaki büyük kitlenin hırslanması, kinlenmesi ve güçlülük, zenginlik gibi kavramları “kötü” olarak nitelemesi sonucunu doğurur. Zayıfın, fakirin kendini kötü hissetmesine yol açan şey zararlıdır, kötüdür, günahtır, ahlaksızdır… Zayıf, fakir ise iyidir, günahsızdır, iyi ahlaklıdır. Tersine çevirmenin dinamiği çalışmış ve “iyi”, “kötü”; “kötü” ise “iyi” olmuştur. Nietzsche’ye göre ahlakın temeline gücün yadsınması diyebileceğimiz bu kavram yerleşir. Bu, onun karşı çıktığı ve doğal olmadığını vurguladığı bir gelişmedir. Nietzsche gücün, yoğunluğun gelişmesini ister. Ahlak, zayıfların kendini teselli etmek için geliştirdiği bir kavramdır.

Kuzular yırtıcı kuşlara bakıp kendi aralarında ‘bunlar günahkâr, bir kuzu gibi, bu yırtıcılara hiç benzemeyen hayvanlar ise iyidir’ diye konuşsalar bu idealin oluşmasında ne yanlış var? Yalnızca yırtıcı kuşlar aşağıya bakıp bir küçümseme ile ‘bu küçük kuzular bizi hiç de rahatsız etmiyor. Hatta onları seviyoruz. Hiçbir şey küçük bir kuzudan daha lezzetli değildir’ diyebilirler.

Gücün kendini güç olarak ifade etmemesini, hükmetmemesini, düşmanlarını yenmemesini istemek, zayıfın kendini güçlü olarak ifade etmesini istemek kadar gerçek dışıdır.”

Kitaptaki ikinci makalede Nietzsche “çile çekme ve çile çekenler suçluluk duygusunu nasıl oluşturur ve bu suçluluk duygusu nasıl gücün, yoğunluğun yadsınmasına yol açar” konusunu ele alır.

Her sanat ve düşünce yapıtı yaşamı sürdürme ve büyütme çabasının hizmetinde bir yardım ve tedavi olarak görülebilir. Hepsi bir ön kabul olarak çile çekmeyi ve çile çekenleri var sayarlar.

Buradan bellek kavramına geliriz. Ahlak  -özellikle Nietzsche’nin eleştirdiği Hristiyan ahlakı- hatırlamaya, suçu günahı, ilk günahı hatırlamaya dayanır. Oysa Nietzsche unutmadan yanadır:

“Eğer unutma olmasaydı mutluluk, neşe, umut, övünç, bugün… olmazdı. Bu bastırma sistemi zarar görür ve doğru çalışmazsa insan hazmedemez ve biter.”

Ahlak değerleri bizim düşünsel yeteneklerimiz sonucu olarak oluşmaz, bize çevremiz tarafından kazınır:

“Bütün ‘güzel şeylerin’ temelinde ne kadar çok kan vardır?”

“Başkalarının çile çektiğini görmek bir işe yarar. Diğerlerinin daha çok çile çekmesini sağlar. Kabul etmesi zor ama eski, yüce, insani, hatta maymunda bile olduğu söylenebilecek kadar insani bir söylem: Zalimlik olmadan kutlama olmaz.”

Nietzsche’nin bu bakış açısını bir kötümserlik olarak değil, bir gerçekçilik olarak değerlendirdiğini belirtmeliyiz. Ahlaki değerlerin bu biçimde gelişmesi, güçlülüğümüz ve yoğunluğumuzdan utanç duymamıza yol açtı.

Çile çekmeye karşı nefretin yükselmesi çile çekmenin kendisine değil, çile çekmenin anlamsızlığınadır.”

Ahlak ilkelerinin bilincimize kazınması sonucunda suçluluk duygusu içinde topluma borçlu olduğumuzu düşünerek hep borçluluk hissederek yaşarız. Bu bizim bir hizada davranmamıza, sıradanlaşmamıza yol açar.

“‘Haklı’ veya ‘haksız’ kavramlarının hiçbir anlamı yoktur. Zarar vermenin, bastırmanın, kullanmanın, tahrip etmenin kendileri ‘haksız’ olamaz. Çünkü yaşamın temelinde bunlar vardır. Yaşam temel işlevlerinde zarar verir, bastırır, kullanır ve tahrip eder. Bu özellikleri yok sayılamaz.” 

Kendiliğinden oluşan “değer” yoktur. Değerler insanları denetlemek için, güçlerini göstermelerine engel olmak için geliştirdiğimiz toplumsal yapılardır. Değer olmayınca kuşkusuz ‘suç’ da ‘ceza’ da olmaz:

“Bugün neden ‘ceza’ olduğunu söylemek zordur. Göstergebilim (semiotics) kapsamında sürecin tümünü özetleyen fikirler tanımdan kaçarlar. Yalnızca tarihi olmayan şeyler tanımlanabilir.”

(Bu anlatımda Post Modernizm’de “yıkmak-sökmek” (deconstruction) olarak belirtilen kavramın temelini gördüğümüzü belirtmeliyim.)

Ceza gelecek davranışlarımız için bir “bellek” oluşturur, ‘vahşiliğimizi’ siler. Bizi daha iyi insanla yapmaz, evcil hayvan yapar. Doğal bulduğumuz, ‘tanrı vergisi’ birçok kavram ve uygulama, aslında denetim amacıyla tarihsel olarak bir araya getirilmiştir.

Hatta bu bir hastalıktır.

“Kötü bilincin bir hastalık olduğunu düşünüyorum. İnsanın şimdiye kadar karşılaştığı en temel değişimin –sonunda kendini toplumun ve barışın duvarları arasında bulmasının- baskısı altında yakalandığı ciddi bir hastalık.”

Ahlak, Nietzsche’ye göre bir tür kendine işkence etmeye dönüşür. Oysa bazı içgüdülerimiz hala vardır:

“Bütün içgüdülerimiz dışa vurulmaz. Bazıları içe döner. Ben buna insanın içedönüşü diyorum. İnsan ilk olarak bunu gelişirdi, sonradan buna ‘ruh’ dedi.”

(Burada yüzyılın sonunda Freud’un geliştireceği içgüdü –onun vurguladığı boyutta cinsel içgüdü- kavramını buluyoruz.)

Yine Tanrı’ya dönersek:

“İnsan, Tanrı’da kendi engellenemez hayvani içgüdülerinin kusursuz bir anti-tezini görür. Bu hayvani içgüdülerini Tanrı’ya karşı suç olarak yorumlar. Bu düşünce onun için bir işkence halini alır.”

“Dünyada her bir idealin oluşumunun bize ne kadara mal olduğunu hiç düşündünüz mü?... Biz modern insan bilinç-denekleri ve binyıllarca kendine işkence edenlerin mirasçısıyız.”

Bütün bu analizlerden, otopsiden sonra ikinci makalenin sonunda “değişim olanaklı mı? İnsanlar gerçekten bu zincirleri kırabilirler mi?” Diye sorar. “Bilmiyorum, belki büyük bir kişi gelir ve bizi kurtarır” diye yanıtlar. Ama belirgin olan bu değişim için bir yöntem önermediğidir. Burada çağdaşı Marx’tan farklı bir yaklaşımını daha görüyoruz. Tümüyle farklı analizler yapsalar da Nietzsche ve Marx modern toplumun bazı hastalıklarına dikkat çektiler. Marx, gördüğü hastalıklardan kurtulmak ve değişmek için bir yol önerdi; Nietzsche ise bir öneri geliştirmedi.

Nietzsche’nin temellere, değerlere yaptığı bu saldırı, onların aslında yalnızca denetim amaçlı birer alışkanlık olduğunu belirtmesi Modern ve Postmodern düşünce için çok önemlidir. Blogumun başka sayfalarında değindiğim gibi dönemin birçok sanatçı ve düşünürünün toplumdaki yanlışları ve aptallıkları gördüğünü söyleyebiliriz. Flaubert’in büyük düşmanı kentsoylu alışkanlıklarıydı. Kendini günlük yaşamın, politikanın üzerine çıkartıp bunlarla alay etti. Fildişi kulesinde sanata, kusursuz cümleler yazmaya yöneldi. Baudelaire de bu kötülükleri, aptallıkları gördü. Ama o yaşamın içine battı, modern kent yaşamının çeşitli yönlerini yarattığı düzyazı-şiir gibi yeni formlarla anlattı.

Kurallar, sınırlar, Tanrı buyrukları kalmayınca insan kendi yaşamını oluşturmak sorumluluğu ile karşı karşıya gelir. Burada Nietzsche’nin sustuğunu görüyoruz. Bu düşünce çizgisinin devamını 20. Yüzyılda J. P. Sartre’ın Varoluşçuluğunda (existentialisme) izleyeceğiz.

Kuşkusuz tarihsel olarak Nietzsche’nin yaşadığı dönem bu görüşlerin oluşmasında ve yayılmasında çok önemli olmuştur. 1871’de Alman birliği oluştu Alman İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich) kuruldu. Almanca konuşan Avrupa’da milliyetçilik rüzgârları esmeye başladı. Artık onlar da güçlü ve gelişmiş ülkeler arasında olduklarını kanıtlayabilirdi. Bu atmosfer içinde Nietzsche’nin de bu akıma kapılması ve güçlenen Almanya’yı sevinçle karşılaması beklenebilirdi. Oysa Nietzsche bunun tersini düşünüyordu. Yeni bir Alman ulusal devletinin, ekonomisinin, kentsoylu sınıfının, ahlak sisteminin gelişimini kaygı verici buluyordu. Bu yeni devletle Almanca konuşan orta Avrupa’da da kentsoylu ahlakı gelişecek ve suçluluk bilinci yayılacaktı.


Marx gibi Nietzsche de ölümünden sonra da düşünceleriyle çok etkili olmuş bir düşünürdür. Hitler ve Nazi düşünce biçimi onun üstün insan, gücünü sınırsızca kullanan insan, Musevi-Hristiyan ahlakının sınırları dışına çıkabilen insan gibi kavramlarını çok kullandılar. Diğer yandan Nietzsche’nin güçlü bir devlete ve Milliyetçi fikirlerin getirdiği sınırlamalara, dayatmalara da karşı olduğu çok belirgindir (Zerdüşt Böyle Dedi). Ayrıca genç yaşta akli dengesi bozulunca çalışmalarını derleyen ablasının da Yahudi karşıtı bir kişiliği olduğu ve bu “derleme” sırasında Nietzsce’nin fikirlerinin çarpıtıldığı da savunulan tezlerden biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder