18 Kasım 2012 Pazar

ONUNCU KÖY, Fakir BAYKURT


 


ODTÜ Mezunlar Derneğinin bir Edebiyat Kulübü var. Geçen ayın tartışma konusu Fakir Baykurt’un (1929-1999) “Onuncu Köy” romanıydı. Bu bahane ile romanı bir kez daha okudum. İlk okuyuşumun üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş. Kısacası tam bir özlemli yolculuk oldu. Zaten Onuncu Köy’ü kitapçıda “Türk Eserleri” raflarında değil “Klasikler” arasında bulmam da bunun bir göstergesiydi. Romanın 1961’de başlayan serüveni 2010’da Literatür Yayınlarından yeni baskısının yapılması ile sürüyor.

FAKİR BAYKURT VE KÖY ENSTİTÜLERİ

Romana yansıması bakımından Fakir Baykurt hakkında belirtilebilecek en öncelikli iki özellik tıpkı romanın kahramanı Damalı köyü öğretmeni gibi Köy Enstitüsü mezunu olması ve yine romanın geçtiği bölge Burdur - Yeşilova dolaylarında yetişmesi.

Önce Köy Enstitüsü konusuna değineyim. Bildiğimiz gibi bu okullar 1940-1946 döneminde oluşturulmuş, Türk Devriminin hâlâ özlemle anılan çok özgün eğitim kurumlarıydı.
Köy Enstitülerinin Kuruluş Kanun Tasarısının gerekçesinde 1940’da ülkemizdeki durum “40 000 köyümüz var. Etkin nüfusun % 81’i çiftçilikle uğraşıyor. 4499 köy öğretmeni ve 3815 köy eğitmeni var. 31 000 köyde hiç okul yok. Kent ve kasabalarda yaşayan eğitim çağındaki çocukların %39,4’ü köylerde ise %78’i okuma yazma bilmiyor” biçiminde özetleniyor ve “Köye öğretmen yetiştirmede ilke... öğretmen adayını köyden almak, köyden alınmış çocukları köy hayatından uzaklaştırmayan bir çevrede iyi bir çiftçinin bilgilerine sahip ve bildiklerini uygulayabilecek bir halde yetiştirmek, bu çocuklara öğretmenlik mesleği ile birlikte köyde geçecek demircilik, yapıcılık, kooperatifçilik… gibi işleri öğretmek” olarak belirtiliyordu[1]. Romandaki öğretmenin ağaçlara aşı yapması, su kanalı açtırması veya kısa sürede demirci ustası olması işte bu ilke doğrultusunda yorumlanmalı.

Aslında dönemi biraz daha geniş bir çerçeve içinde değerlendirirsek iki önemli olayı daha anmalıyız:
  • Birinci gelişme 1938 Neşriyat Kongresinde alınan “Doğu ve Batı klasiklerini Türkçeye kazandırma” kararı doğrultusunda 1940’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in Tercüme Bürosunu kurup Dünya Klasikleri Dizisi yayınlanmaya başlamasıdır. Bu kapsamda 5 yılda 496 kitap çevrilir[2]. Bu kitaplar Köy Enstitülerinde geniş biçimde okunur[3]. İleride değineceğimiz gibi, Prometeus efsanesi bu eğitimin sonucu olarak romanın merkezine oturur. Öğretmenin köylüye Sokrates’i bile anlattığını öğreniriz [s. 75].
  • İkinci gelişme Toprak Reformu ve Çiftçiyi Topraklandırma konusudur. 1920’lerde başlayan çalışmalar sonunda gelişen oldukça köktenci Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Taslağı 1945 ‘de Büyük Millet Meclisine sunulur[4]. Romandaki güçlülerin yasal hakları olmadan toprağı sahiplenmesi, köy merasının sürülmesi, alınan üründen beylere verilen pay gibi öğeler böyle bir düşünsel çerçeve içinde değerlendirilmeli.

Bu gelişmelerin kuşkusuz yeni Cumhuriyetin ekonomi politikasının İkinci Dünya Savaşının ardından yeniden şekillenmesi kapsamında değerlendirilmesi gereklidir. 1923 İzmir İktisat Kongresi ile başlayan çalışmalar 1933-1938 Birinci Sanayi Planı ile sürmüş ama 1938’de başlayacak İkinci Plan savaşın başlaması ile yürütülememişti. Savaş sonrasında yeniden başlayan çalışmalarda 1947’de 1948-1952 dönemi için yeni bir plan hazırlanmıştı[5].    

Fakir Baykurt ve Onuncu Köy’e dönmeden Köy Enstitülerinin kısa yaşamı içinde 17 000 dolayında köy öğretmeni yetiştirildiğini ve yalnızca edebiyat açısından baksak bile Fakir Baykurt yanında Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu, Emin Özdemir ve Dursun Akçam gibi değerler yetiştiğini belirtmeliyim[6].

ONUNCU KÖYÜN KISA ÖZETİ

Roman Burdur bölgesindeki yoksul köylerde geçer.  Köy enstitüsü mezunu bir öğretmenin Damalı köyünün zengini Duranâ ile çatışması ile başlar. Duranâ’nın kızını okula göndermemesi ve köyün merasını ekmesi gibi nedenlerle öğretmen ve öğretmenin önderliğindeki köylü ağa ile mücadeleye başlar. Duranâ öğretmeni ölesiye dövdürür ve politik etkisini kullanarak öğretmeni sürdürür. Bu haksız sürgünü içine sindiremeyen öğretmen bölgedeki bir başka köyde, Ortaköy’de demirciliğe başlar. Ortaköylülerin de köyün verimli tarlalarına beylerin sahip çıktığını gözler. Yine demircinin önderliğinde köylüler beylere aldıkları üründen pay vermeği ret ederler. Politikacıların etkisi ile ilçenin jandarma komutanının demircinin bölgeden ayrılması yönünde baskı yapması üzerine demirci Ortaköy’de kalmasının da zor olacağını görür. Bu arada demircinin bekâr yaşamının zorluğunu gözleyen dostları Gülşen adlı bir köylü kızı ile tanıştırırlar. Gülşen ile demirci kaçarlar ve Yaşarköy’e gelirler. Bu köye de her yıl gökyüzünden sürü halinde kuşların geldiğini ve meydanda bekleşen köylülerin başına konup onların gözlerini oyarak yüzlerini gagaladığını duyarlar. Bu düzenin arkasında da köylüleri “Allah’ın takdiri olan bu acı kaderlerine” katlanmalarını, öteki dünyada kurtulacaklarını söyleyen imam vardır. Öğretmen-demircinin önderliğinde köylüler köy meydanında başlarına konan kuşları öldürürler. Roman büyük bir şölen havası içinde sona erer.

KÖY ROMANI VE TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK

Öncelikle Onuncu Köy romanının temel özelliğinin edebiyat türü olarak köy romanı ve toplumcu gerçekçi bir roman olarak nitelenebileceğini belirtmeliyiz.

Edebiyatımızda köy yaşantısını anlatan birçok roman var. 1890’da yayınlanan Nabizade Nazım’ın Karabibik romanının ilk köy romanı olduğu söylenir.  Günümüze çok okunan yapıtlardan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Yaban"ı, Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”u, Kemal Tahir’in “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu” ve “Büyük Mal”ını bu kapsamda sayabiliriz. Bu değerli yapıtlar yazarın köylü kökenli olmadığı, bir anlamda dışarıdan gözlemle yazılan “izlenimci” olarak nitelenebilecek romanlardı. Buna karşılık Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü (1950) ile başlayan Köy Enstitüsü mezunlarının yazdığı kitaplar köyün içinden yazılmaları nedeniyle ayrı bir nitelik taşırlar.

Fakir Baykurt Burdur’un Yeşilova ilçesinin Akçaköy’ünde doğmuş. Isparta Gönen Köy Enstitüsünü bitirmiş. Onuncu Köy de Burdur’un köylerinde geçiyor. Böylece roman, yazarın hiç yabancılık çekmediği bir ortamda geçen, çok kolay okunan ve akıcı bir yapıt olmuş. Köylülerin konuşmaları bana Aydın dolaylarında dinlediğim üslubu hatırlattı. “Anmalık”,  “beyler köyü”, “hayvana torba takmak”, “çiğini çekmek”, “susku”, “biterli ova”, “Çirkin ile bal yenmez; Güzel ile taş taşı” gibi yerel sözcük ve deyimleri özellikle çok renkli buldum. Rüşvet vererek işini gördüren köy ağası Duranâ’nın “Pınarı başından avlarım” veya “Osmanlı’da yem var mı? Burnun altında ağız var” gibi deyimleri roman kişisinin düşünce yapısını çok canlı biçimde aktarıyor.

 “Köy romanının” bazı edebiyatçılar tarafından sert eleştirilere uğradığını, Onuncu Köy’ün de özellikle biçim açısından yetersiz bulunduğunu biliyoruz. Gerçekten öğretmenin demirciliğe geçmesini[7] veya Gülşen ile olan gönül macerasını başka birçok yazar çok daha derinlemesine işlerdi. Onuncu Köy’de birçok roman kişisi bir yana kahramanımızın bile görünümünü bilmiyoruz. Öğretmenin dövüldüğü kış gecesinde çalılar altında baygın yattığı süre bir başka romancı için ne kadar bulunmaz bir bilinç akışı bölümü yazılmasına olanak sağlardı. Diğer yandan bu konuların Fakir Baykurt tarafından bilinçli olarak böyle kısa, belirsiz, önemsiz bırakıldığını düşünüyorum. Baykurt’un daha sonra yazdığı “Tırpan” (1970) ve “Kaplumbağalar” (1980) romanlarının biçimsel açıdan daha işlenmiş olması da bunu gösteriyor.

Onuncu Köy 48 bölümden oluşuyor. Bu durumda ortalama bölüm uzunluğu 7 sayfa. Roman diyaloglarla örülmüş. Fakir Baykurt’un Onuncu Köy’den üç yıl önce basılan romanı Yılanların Öcü’nün Metin Erksan tarafından kolayca ünlü bir sinema yapıtına dönüştürüldüğünü düşünürsek yazarın “senaryo gibi” yazdığını belirtebiliriz. Diyalogların yanında anlatıcı da çok kısa ve “dili geçmiş ve şimdiki zamanda” kısa cümlelerle anlatıyor. Öyle ki birçok tümce yalnızca iki sözcükten oluşuyor. Bu özellikleri romanı çok kolay okunur yapmış. Her halde Fakir Baykurt da okuyucu kitlesinin edebiyat meraklılarının dışına taşmasını istemiş.

Betimleme paragrafları çok kısa tutulmuş. Bir örnek olarak roman kahramanının sevgilisini ele alalım. Tipik bir romanda sevgilinin betimlenmesinin uzun paragraflar halinde sunulmasını bekleriz. Oysa Ortaköy Demircisi’nin sevgilisi Gülşen’le ilk karşılaştığımız yerde Gülşen yalnızca 24 sözcükle tanıtılıyor [s.261]:

“Orta boylu, gökçe gözlü, al kırmızı yüzlü balıketinde bir Gülşen. Yüzü yanmış. Elleri yumuşak, bebek eli gibi. Ellerinin derisi elma kabuğu gibi karaya çalıyor.”

Bu özellik Toplumcu Gerçekçilik geleneğinin tipik bir özelliği, hatta Lukacs’ın dediği gibi Toplumcu Gerçekçiliği, Doğalcılık (naturalism) çizgisinden ayıran en belirgin özellik olarak anılabilir[8].

Roman kahramanı o denli baskın bir kişilik oluşturuyor ki sanırım özel bir değerlendirmeyi hak ediyor. Bir kere kahramanımızın ilginç bir yönü romanda adının belirtilmemesi. Öğretmenlik döneminde Damalı’nın öğretmeni, ardından gelen demircilik döneminde ise Ortaköy’ün demirci ustasıdır. Adı sorulduğunda bile tereddüt edip öğretmenlik-demircilik gibi bir şeyler mırıldanır. Romanda bazı kişilerin (Pire kızı, Topal Pehlivan) belirgin özellikleri ile veya bozulmuş isim veya unvanlarla (Duranâ, Yonis Bey …) anıldıklarını görüyoruz. Hatta Köydeki Mehmet’lerin çokluğu ile alay eden bir bölüm [s.232] bile yer alıyor. Bu isimleri bozma özelliği Fakir Baykurt’un diğer yapıtlarında da var. Hemen aklıma Yılanların Öcünde’ki Haçça, Irazca … geliyor. Nedense burada aklıma Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ı geliyor. Onda da ana karakterin adı yoktu.

Toplumcu Gerçekçilik çizgisinin Rus Gerçekçiliğinin ardından Marksist Estetik kökenlerinden kaynaklandığını düşünürsek Toplumcu Gerçekçilik çizgisindeki “kahramanın” “gereksiz adam” kişiliğine tepki olarak geliştiğini belirtebiliriz[9]. Puşkin’in kahramanı Yevgeny Onegin (1837) için kullandığı “gereksiz adamın” en tipik örneği herhalde Gonçarov’un Oblomov’udur (1859). Bu olumsuz karakterlere bir tepki olarak Toplumcu Gerçekçiliğin en temel raporlarının sunulduğu 1934 Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi (1934) ve özellikle Jdanov’un açış konuşmasında[10] bu “olumlu kahraman” konusu geniş ölçüde tartışılmış ve romantik kahramanlarla olan farkı belirtilmiştir[11].   

Onuncu Köy’ün ilk basım yılı 1961 olduğuna göre 27 Mayıs öncesinde Demokrat Parti’nin son yıllarında çarpık bir demokrasi ve particilik anlayışının egemen olduğu, Cumhuriyeti ideolojisinin ilk darbeleri yediği, Köy Enstitülerinin kapatılmasının henüz taze bir anı olarak mezunlarının horlandığı bir dönemde yazılmış. Toplumumuzun günümüzde bile süren bir eksikliği “demokrasi” kavramının tek boyutunu görmemiz. Demokrasiyi “çoğunluğun yönetimi” biçiminde anlıyor; “azınlığın haklarının gözetilmesi, bugün azınlık olanın gelecekte çoğunluk olabilmesinin yollarının açık tutulması” boyutunu göz ardı ediyoruz. İlçe’deki Yonis Bey’in talimatlarına karşı gelenleri “sen efkarı umumiyeye mi karşı geliyorsun?” diye korkutması. Bunun sonucunda kasabalının kendisine “efkarı umumiye” adını takması [s. 254-255] bu hastalığımızın köklerinin “demokrasimizin” ilk yıllarına uzandığını gösteriyor.

Romanın ideolojik altyapısında üç sarmal dikkat çekiyor: Öğretmenin Damalı’daki savaşı bir köy zenginine (Duranâ) karşı. Ortaköy’de savaşım biraz daha üst düzeye çıkıp soyutlaşıyor ve yasal temeli olmadan toprağa sahip çıkan “beylerle” çatışılıyor.  Kuşkusuz bu her iki aşamada da “parti” arkadaki düşman güç olarak belirtilip olayın politik boyutu vurgulanıyor. Sarmalın üçüncü aşamasında Yaşarköy’ün kuşlarında ise öğretmen-demircinin hedefi dini baskı ve yobazlık olarak günlük politikanın üzerinde daha “ideolojik” bir nitelik kazanıyor.

SİMGELER - ALEGORİLER

Romandaki bir başka üçleme de üç simge-alegori olarak yer alıyor:

İlk olarak muhtarın dile getirdiği “Ağrı dağında ötecek horoz” simgesi uyuyan köylüyü uyandıracak bir çağrı, ütopya olarak romanda birkaç kez anılıyor.

Tanrılardan ışık çalan Prometeus efsanesini ise kahramanımız öğretmen-demirci kendi çabasına örnek olmak üzere birkaç kez anlatıyor. Bence bu alegorik anlatımda en ilginç yönü dinleyen köylülerin kahramanımızın sözünü keserek efsaneyi “mutlu son” ile bitirmeleri. Bilindiği gibi efsane mutlu bitmez. Aiskydos’un (M.Ö. 525-455) Prometeus Tragedyasının sonunda Prometeus son sözünü söyler ve ölür. Böylece Aiskydos kıyamet de kopsa son sözün özgür düşüncenin olduğunu vurgular. Zaten bu son Prometeus’un beklentileri doğrultusundadır[12]:
“Ama ben biliyordum başıma gelecek olanı
Bile bile, isteye isteye suç işledim.
Bana gelince ben çileme katlanacağım.”

Aslında ünlü tragedyada Prometeus’un sonu üzücüdür. Ama Yunan Mitolojisinde bir oğlu vardır: Deukalion. Tufan efsanenin kökleri Sümer – Babil kaynaklarına uzansa da antik Yunan’da Zeuss’un da bir tufan öyküsü vardır. Zeus’un tufanından Deukalion ve karısı Pyrra kurtulur. Çünkü Prometeus oğluna tekne yapmayı öğretmiştir[13].

Hep bir Prometeus beklediğimizden mi ne bizim edebiyatımızda Prometeus çokça başvurulan bir efsanedir. Burada Tevfik Fikret’in “Promete” şiirinin son dizelerini hatırlıyorum:
… Ey

müstâk-i feyz u nûr olan âti-i milleti
meçhul elektrikçisi, aktâr-i fikretin
 
yüklen getir - ne varsa - biraz meskenet - fiken,
bir parça rûhu, benligi, idrâki besleyen
 
esmâr-i bünye-hıyzini; bos durmasin elin.
Gör dâimâ önünde esâtir-i evvelin
 
gökten dehâ-yi nari çalan kahramânını...
Varsin bulunmasin bilecek nâm ü sânını!..



Üçüncü olarak da “kuşlar” alegorisi. Romanın ilk sayfasında “Görünürde kuş-muş yoktu daha” diye anılmaya başlanan ve okuyucuya “hangi kuşlar, nereden çıktı bu kuşlar” diye sorduran kuşlar zaman zaman gündeme geliyor. Örneğin Altıparmak öğretmenle kasabaya giderken kuşları bir kötülük habercisi olarak öğretmene gösteriyor [s.174][15]. Romanın son 20 sayfadaki Yaşarköy’de olanlar, kuşların her yıl gelip köylünün yüzünü parçalaması, gözlerini oyması ve kahramanımızın önderliğinde bu kötü kuşların öldürülmesi romana çok çarpıcı bir “mutlu son” oluşturuyor. Bu simgesel “kuşlar” bir yandan da Prometeus’un kaderi olan kuşları çağrıştırıyor. Yine kuşların yenilmesini vurgulayarak tragedyaya bir yanıt veriyor. Bu son 20 sayfada roman “Gerçekçilik” ve edebiyatın “yansıtma” karakterinden ayrılıyor[16].  Roman’ın hedef kitlesi tarafından bu sonun nasıl değerlendirildiğini bilmiyorum. Ama bence bu yapısıyla ve yine antik çağların hasat şölenlerini anımsatan halayla roman çok çarpıcı bir sona kavuşuyor. Eğer böyle bir gerçeküstücü son bulunmasaydı sanırım diğer “gerçekçi” seçenek romanın “kötü sonla” bitmesi olurdu.

Hatta Damalı’nın öğretmeni ve Ortaköy’ün demircisinin öyküsünün burada bitmediğini de söyleyebiliriz. Çünkü öğretmen-demircimiz “okumuşun okumamışa borcu var” diyor ve işini “köyü uyandırmak” olarak tanımlıyor [s. 309]. Burada nedense gene Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlarını” hatırlıyorum. Orada da roman sonlanmaz ve Dostoyevski “… O kendini tutamadığı için yazmaya devam etti. Ama biz burada durabiliriz sanırım” diye koyar noktayı[17].


[1] Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye'nin Demokrasi Tarihi 1839-1950”, 2. B., Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s. 373-374
[2]Cumhuriyetin 75 Yılı”, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998, s.226.
[3] Fakir BAYKURT: “...Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katardı...
[4] Süleyman İNAN, “Toprak Reformunun en çok Tartışılan Maddesi:17. Madde”, Journal of Historical Studies, 3(2005), s.45-57.
[5] İlhan TEKELİ, Selim İLKİN, “Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı”, Bilge Kültür Sanat / İnceleme Dizisi, 2009.
[6] Bu sayılara bakınca 1,5 milyonu aşan imam-hatip mezunundan kaç tane romancı çıktığını düşünüyorum.
[7] Bu arada “demircilik” mesleğinin de rastgele seçilmediğini düşünüyorum. Demir-çelik sebat, dayanıklılık çağrışımları yapıyor. Hatta belki de Demir Baba efsanesini çağrıştırıyor. 
[8] Gyorgy LUKACS, “Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı”, Payel Yayınevi, 1972.
[9] Fakir Baykurt’un en sevdiği yapıtın Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı olduğı söylenir.
[10]Problems of Soviet Literature: Reports and Speeches at the First Soviet Writers Congress”, Ed. H.G. SCOTT-M. LAWRENCE, 1935.
[11] Yukarıda adı geçen Lukacs’ın bu olumlu kahramanların birçok durumda “olağanüstü durumlar değil olağan kişilik ve durumlar” olarak sunulmasını eleştirdiğini belirtelim.
[12] Azra ERHAT, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitabevi, 1972.
[13] Behçet NECATİGİL, “Mitologya Sözlüğü”, Sel Yayıncılık, 2006.
[14] Bugünkü dille söylersek:
ne varsa yüklen getir bilimin dört bucağından,


gelecek günlerinin bilinmeyen elektrikçisi
aydınlığa, bolluğa susamış halkın.

uyuşukluğu yok eden ne varsa getir,


yüreği, özü, kafayı besleyen,

durma, onlara can ver, can.


o masallar kahramanı örnek olsun sana,

hani kutsal ateşi çalmış getirmişti gökten.


kimsin, nesin, bilmesin seni bir tek insan!

[15] Burayı okurken Jerzy Kosinski’nin “Boyalı Kuş” romanındaki gibi kuşlar “farklı olan öğretmene saldıracaklar mı?” Diye düşündüğümü itiraf etmeliyim. Sanırım Alfred Hitchcoc’un filmi bilinçaltıma işlemiş.
[16] Edebiyattaki “Yansıtma Kuramı” hakkında Berna MORAN, “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”, İletişim Yayınları, 1999.
[17] F.I. DOSTOYEVSKİ, “Yeraltından Notlar”, Çev. N. A. TALAY, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008 [s.139].

3 yorum:

  1. çok değerli bir paylaşım olmuş. teşekkürler

    YanıtlaSil
  2. Merhabalar.Suan Onuncu Köy romanını okumaktayım.
    Öncelikle çok güzel bir yazı kaleme almışsınız.Kutlarım.Romana gelirsek.
    Bu kitap Fakir Baykurt'un okuduğum ilk kitabı.Bundan sonra diğer kitaplarını da okumak istiyorum.Çünkü toplumsal gerçekci romanları seviyorum.
    Romanın kurgusunda dediğiniz gibi bir eksiklik var. Hatta zaman geçişleri bile belirgin.degil. Roman karakteri ve yaşanılan köy betimlenmemiş.Sanırım yazar bu kısmı bize bırakmış ama bu da okumayı biraz zorlaştırıyor.
    Romanda henüz 12.bölümdeyim.Şimdilik diyeceklerim bu kadar.Elimdeki kitabın baskı yılı 1977 olduğu için de ayrı bir keyifle okuyorum.

    YanıtlaSil
  3. Bu yazının hakkını kesinlikle sonuna kadar vermişsiniz ellerinize sağlık ne güzel olmuş. Ödevime çok yardımcı oldunuz

    YanıtlaSil